22 Şubat 2010 Pazartesi

II. Abdülhamit'ten AKP'ye Siyasal İslam Ve Kürtler-1

Toplumsallığın kök hücresi ve uygarlığın başlatıcısı Mezopotamya’da din, devlet, iktidar ve toplum olguları o kadar iç içe geçmiştir ki günümüzde bu yönlü katmerleşmiş sorunları çözmek hayli zordur. Temel çelişkilerden biri doğal olan ile başkalaşan ya da yapaylaşan arasındadır. İnsanlığın ilk doğal inanışı sonradan Sümer zigguratlarında nasıl ki iktidara ve siyasete alet edilip başkalaştırılmışsa çok sonradan gelişen tek tanrılı dinler de aynı akıbete uğramıştır. Tarihte egemenler din ile devleti ya da din ile siyaseti - bazen ayrı ellerde bazen tek elde olsa da – hep iç içe yürütmüşlerdir ve ikisi buluştuğu anda ortaya çıkan gerçeklik hep kan, acı, vahşet ve sefalet olmuştur. Ortadoğu’nun en eski toplumlarından Kürtler, belki de en fazla bu sözünü ettiğimiz tarihi olgunun acısını yaşayan halklardan biridir. Bu yazımızda, egemenlerin Kürtler üzerinde genelde siyasal İslam’ı özelde de Nakşî tarikatını nasıl kullandıklarını ele almaya çalışacağız.

İslamiyet’in Kürdistan’a Girişi
Hürmüzgah ruman / atiran kujan / hosan şarave gewre gewrekan / zorkeri Ereb kirdine xabûr / gihane pale peşe Şarizor / jin û kenikan ve dîl beşinan /…(Hürmüzgahlar viran oldu / ateşler söndü / büyük büyükler saklandılar / zorba Araplar viran ettiler / Şarezûr’a kadar ulaştılar / kadın ve kızları esir aldılar /…) (Edhem Xemgin, Kürdistan’da Dini İnançlar ve Etkileri, İstanbul, 1992)
Yukarıdaki dizeler, Halife Ömer zamanında Arap ordularının Kürdistan’a girişleriyle beraber yaşanan katliamları betimleyen ve o dönem yazılmış bir Kürtçe şiirden alınma. Zerdüşt inancına sahip Kürtler ve Farslar ilkin büyük direnişler ortaya koydular. 639 – 644 yılları arasında ayaklanmalar yaşandı. Sonrasında bu ayaklanmalar on yıllarca ve adeta her fırsatında tekrar tekrar yaşandı. 

Ayaklanmaları bastıran dönemin egemenleri bu sefer de Kürtlerin Müslümanlığını beğenmez oldular. Onlar hakkında çeşitli rivayetler geliştirip güya aşağıladılar. Kürtlerin “cin taifesi”nden olduğu, Müslümanlıklarının “sahte” olduğu yolunda söylemler geliştirdiler.  Netice itibariyle Kürtler zaman içerisinde büyük çoğunlukla Müslüman oldular ve yine çoğunlukla Sünniliğin Şafii mezhebine girdiler. Bu yönüyle çoğunlukla Hanefi mezhebinden olan Türk ve Araplardan ayrıştılar. Az bir kesim Kürt ise Şiilik mezhebine girdi. Zerdüştilik ise yoğun baskılar sonucu farklı görünümler altında (Êzdilik, Kızılbaşlık, Alevilik ve diğer Batini diye adlandırılan inançlar) ve yoğun baskıdan dolayı içe kapalı ve gizlilik koşullarında kendisini sürdürmeye çalıştı.

Arap ordularının 7. ve Türklerin 11. yüzyılda Kürdistan’a girişleri, Kürtlerin bugüne dek süren “kader” lerinin temel taşlarını döşedi. Daha çok doğal dağ toplumu olan Kürtler; devlet, iktidar ve egemenlik işlerini fazla beceremediler. Onlar kurulan devletlerin siyasi ve yönetsel alanından çok kültürel, ekonomik ve askeri alanlarında etkinlik gösterdiler. Aslında Med ve Pers imparatorluklarından beri bu böyledir. Med devletinin yıkılmasından sonra kurulan Pers devletinin ekonomik, askeri ve kültürel hayatına damgasını vuran yine Medler’di. İslamiyet’ten sonra Kürt orijinli hanedanların yönettiği sadece iki tane İslam devleti görüyoruz. Bunlar Mervani (985 – 1085) ve Selahaddin Eyyübi önderliğindeki Eyyübi devletiydi (1174 – 1524). Bunların dışında Kürtlerin daha çok devlet ve imparatorluk çatısı altında mirlik ve beylikler halinde kaldığını görüyoruz. Mirlikler siyasi erkin yanı sıra dini, kültürel, ekonomik ve askeri tüm yapı, unsur ve kişilikleri de bünyesine almıştı. Örneğin Mirlerin yanı başında onların koruyuculuğu altında olan geniş bir kültür, sanat (sazbend, dengbêj, çîrokbêj, govendger vs.), zanaat (yapı ustası ve her türlü el işi ustaları) ve din (şeyh, seyyid, mela) camiası mevcuttu.

19 Yüzyıl Kürdistan’ı: Serhildan, Katliam ve Nakşîlik
Bu durum çoğunlukla Osmanlı hâkimiyetinde yaşayan Kürt mirlikleri açısından 19. yüzyılın ilk çeyreğine kadar sürdü. Bu dönemde Osmanlı devleti iyice zayıflayıp daha fazla asker ve vergiye ihtiyaç duyunca yönünü, elinde kalan temel “rezerv” alanlarından özerk durumdaki ve varlıklı sayılabilecek Kürdistan’a ve buradaki mirliklere döndü. Onlardan daha fazla asker ve vergi talep etmenin yanı sıra özerklik ve yetki durumlarını da sınırlandırma ve kısma faaliyetine girişti. Bu durum doğal olarak direniş ve ayaklanmalarla karşılık buldu. Ancak yaşanan savaşlardan Kürt mirleri yenilgiyle çıktılar. Bundan sonra Kürdistan’da siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik ve dini alanda önemli değişim ve dönüşüm süreçlerinin başladığına tanıklık etmekteyiz. Siyasi otorite olan mirlikler zayıflayıp geri plana düşünce gizli güç ve derinden iktidar hevesinde olan dini alimler hemen ön plana çıktılar. Aslında tarih boyunca da tüm coğrafyalarda siyasi ve dini otorite hep çelişki ve çatışma içerisinde olmuşlardır. Kürdistan’da da sözünü ettiğimiz bu dönemde hem dini hem de siyasi otoriteyi yüklenen şeyhler toplumda esas söz sahibi oldular.

Kürdistan’daki bu dönüşüm tarikat yapılanmasını da değiştirmiştir. Önceleri Mirliklerin koruyuculuğu altındaki Kadirilik geri plana düşmüş, Nakşibendîlik ise hızla hakim duruma gelmiştir. Kadirilik, adını kurucusu Abdülkadir Geylani’den (1077 – 1166) almıştır. Bu tarikatın Kürdistan’da yaygınlaşması 1300’lü yıllarda olmuştur. Sonradan Nakşî tarikatına geçen Şemdinan’ın ünlü Nehri şeyhleri Geylani’nin soyundan geldiğini ileri sürerler. Öte taraftan Kürtler arasında nam salmış ünlü evliyalardan Veysel Karani, klasik dönem şairlerinden Melayê Cizîrî ile Güney Kürdistan’daki Talabani ve Berzenci aileleri Kadiri tarikatına mensupturlar.

Kürdistan’da Bir Dönüm Noktası: Nakşî/Halidiye Doğuyor
Nakşibendi tarikatı ise Orta Asya’nın merkezi şehirlerinden Buhara’da Bahaeddin Nakşibend (1318 – 1389)  tarafından kurulmuştur. Bu tarikatın Halidiye kolu 19. yüzyılın ilk çeyreğinde Diyaeddin Xalid El Bağdadi adlı bir Kürt tarafından meydana getirilmiştir. Caf aşiretinden olan ve Mevlana Xalid olarak da bilinen bu kişi, 1778’de Süleymaniye merkezli Baban beyliğine bağlı Karadağ’da doğdu. Kadirilik tarikatına girdi ve dönemin önde gelen hocalarından dersler aldı. 1808’de Hindistan’a gitti. Burada gerek Nakşibendi tarikatını gerekse bölgenin diğer inanç ve dinlerini daha iyi tanıdı. 1811 yılında Kürdistan’a dönüşünde hızla Nakşiliğin örgütlemesine başladı. Kadiriler ile çatıştı. Birçok yeri dolaştıktan sonra o dönemin stratejik merkezlerinden Şam’da açtığı medrese ile halifelerini eğitmeye başladı. Irak, Suriye, Mısır ve Kürdistan’da etkili oldu. Yetiştirdiği 11 halifesini Irak, Filistin, Hicaz, Anadolu ve Kürdistan’a göndererek kısa sürede tam bir örgütlenme ağı geliştirdi. Bu süreçte Nakşibendi tarikatının kendi adını alan Halidiye kolu iyice şekillenmeye başladı ve günümüze dek sürecek bir dalga halini aldı. Elbette bu başarı ve yayılım dönemin siyasi denge ve hesaplarıyla birebir ilintilidir. Bunlara geçmeden önce kısaca Nakşiliğe ve Kadirilik ile olan farklılığına değinmek gerekir.

Nakşibendilik tasavvuf kurallarını esas alan ama kendine özgü yanları da olan bir tarikattır. Temel yaklaşımı “her insan mutlaka bir mürşide bağlanmalıdır” biçimindedir. Bu mürşid ise tarikat şeyhidir. Bu öylesine temel ve zorunlu hale getirilmiştir ki, tarikatta “Şeyhi olmayanın kılavuzu şeytandır” denilmiştir. Şeyhe bağlanmanın pratik tedbirleri de geliştirilmiştir. “Rabıta” denen yoğunlaşma ve konsantrasyon seanslarıyla müritler, şeyhlerine yakınlaşmaya çalışırlar.

Sözü edilen iki tarikat arasında önemli farklar vardır. Kadirilikte sadece “tekke” denen tarikat mekânları vardır. Müritler genelde okumamış, gezgin ve geçimlerini halktan sağlayan dervişlerden oluşuyor. Dolayısıyla fazla itibar sahibi değiller. Tarikat daha çok şehirlerde siyasi otoritenin gölgesinde kalmıştır. Nakşibendîlik ise tam tersine aristokrat ve varlıklı ailelere dayandı. Tekke ve medreseleri birleştirerek öz kaynaklarını yarattı ve nispeten bağımsız bir duruş sahibi oldu. Dervişvari duruşun yerini seçkin mürit ve halife duruşu aldı. Kadiriler sadece din işleriyle meşgul olurken Nakşîler dinin yanında siyasi bir otorite de oldular.

Özellikle 19. yüzyılda Kürdistan’da kurumsal otoriteleri yıkılan mir ve beylerden boşalan yeri manevi otoritelerine dayanarak dolduran Nakşî/Halidi şeyhler, dini-manevi fonksiyonlarının yanında aşiretler arası anlaşmazlık ve çatışmaları çözmek, sosyal ve ekonomik yaşamı düzenlemek ve egemen devletlerle olan ilişkiler gibi önceki süreçte mirlerin gördüğü fonksiyonları da üstlenmişlerdir. Dolayısıyla şeyhler dinsel bir kişilikten daha çok politik-askeri kişilikler olarak sivrilmeye başlamışlardır.

1820’lerden itibaren Halidiye, Osmanlı İmparatorluğu’nun kalbi İstanbul’da da hızla gelişme kaydeder. Zamanın devlet adamları bundan endişeye düşer ve bir gece tarikatın tüm taraftarlarını toplatarak Sivas ve Bağdat’a sürgüne gönderirler. Fakat bir gün Bağdat’tan gelen bir rapor Osmanlı – Halidiye çatışmasının rotasını değiştirir. Daha doğrusu sıkı bir ittifakın önünü açar. Bağdat valisi Said Paşa, kendinden önceki vali Mahmut Paşa tarafından tarikata ilişkin hazırlanan raporu İstanbul’daki saraya ulaştırmıştır. Raporda Osmanlı’yı tehdit etmeye başlayan Arabistan çıkışlı Vehhabi Hareketine karşı Nakşî /Halidiye tarikatının kullanılması önerilmektedir (Vehhabi Hareketi, 18. yüzyılın ikinci yarısında, Arap yarımadasında ortaya çıkmıştır. Bu hareket feodal İslam’ın sorunlar karşısında yaşadığı yetersizliği aşmaya çalışan ve bu noktada “İslam’ın ilk halinden uzaklaşan hareketlere” tepki hareketi biçiminde ortaya çıkmıştır. Şahısların aşırı derecede kutsallaştırılması, bunlardan medet umulması, zikir ve rabıta gibi ibadet biçimlerinin yaygınlık kazanmasıyla türbe ve tekke gibi mekanlar, Vehhabi Hareketinin karşı çıktığı ve varlığını gerekçelendirdiği hususlardır. Bu hareket sonradan Arap ulusçuluğuna da zemin hazırlamıştır) Bu öneri, zor durumda olan Osmanlı yönetimine bir ilaç gibi ulaşmıştır. Bundan sonra tarikata her türlü destek sunulmuştur. Bunun sonucu olarak da Vehhabilik yaklaşık 50 yıl Suriye ve Irak gibi Arap ülkelerinde gelişme sağlayamamış ve on yıllarca sürecek bir Nakşi – Vehhabi çatışması ortaya çıkmıştır. Bu çatışma günümüzde de sürmektedir.

Kürtleri İçselleştirmenin Fikir Babası ve Pratisyeni: Abdülhamit
Nakşi tarikatını en etkili ve çok amaçlı kullanan kişi ise Osmanlı padişahı II. Abdülhamit’tir. Abdülhamit bu tarikatı tam bir silah gibi hem gelişen özgürlükçü Kürt hareketlerine karşı hem de Osmanlı’yı tehdit eden iç ve dış etkenlere karşı kullanmıştır. 1876 yılında tahta geldikten hemen sonra Kürt milislerden oluşturduğu ve kendi adını verdiği “Hamidiye Alayları” nın temel ideolojik zemini Nakşibendîliktir (tarihçiler Hamidiye alaylarının ünlü ve acımasız Kürt paşalarının, Nakşi şeyhlerinden çok korktuklarını ve onlara biat ettiklerini aktarmaktadırlar. Örneğin Şeyh Ziyaeddin’in müritleri arasında Hamidiye Alaylarının Kürt paşaları da mevcuttur). Nakşi ideolojisiyle birer katile dönüştürülen bu milisler hem gelişen Kürt ayaklanmalarına hem de ayaklanan Süryani ve Ermenilere saldırtılmıştır. Bu milis ordusu Rus savaşlarında da kullanılmıştır. Abdülhamit’in Kürt politikası son derece vurucudur. Devşirme, içe çekme, içselleştirme, eritme ve din politikasıyla özünden uzaklaştırma gibi tüm yöntemleri uygulayan bu padişah kendisinden sonraki – başta Mustafa Kemal olmak üzere – birçok Türk devlet adamına da ilham kaynağı olmuştur. (Abdülhamit, Nakşi şeyhi Ubeydullah’ı –ki ilk milliyetçi Kürt ayaklanmasının önderidir – İran’a yönlendirmiştir. Kendisine yöneldiğinde ise tutuklayıp sürgüne göndermiş, sonradan torunu Seyit Abdülkadir’e ise ayan meclisi üyeliği vermiştir. ) Öyle ki uyguladığı politikalarla gerçekten de içselleştirdiği ve devşirdiği Kürtlerden tam bir gönüllü köle alayları oluşturmuş ve aynı alaylar ona “Bavê Kurdan (Kürtlerin babası)” demiştir. Aynı mirası sürdüren Mustafa Kemal’e de aynı tarzda aynı sıfat verilmiştir. PKK’ye karşı çıkarılan köy koruculuğu aynı politikanın devamıdır. Günümüzde de AKP aynı politikaların güncel versiyonunu Kürtler üzerinde uygulamaktadır. Recep Tayip Erdoğan şimdiden Kürtlerden kendi “Recebiye Alayları” nı oluşturmuş durumdadır. Hepsinde de yoğun uyuşturucu özelliği olan mistik tasavvufi öğelerle dolu tarikatlar kullanılmıştır.

Burada ilginç bir nokta da şudur: Arap Vehhabi Hareketi, İslamiyet’in tasavvufa alet edilmesine karşı çıkarak Arap ulusçuluğunun temelini attı. Oysa aynı dönemde Kürtler, Nakşîlikle ile uyuşturularak doğal toplum özellikleri ile uluslaşma çabalarından uzaklaştırıldılar. Bu dönemde direnen sadece Kürt dili olmuştur. Medreselerde varlığını sürdürse de Kürtlerin varlığının temeli olan Kürtçe’ye de Cumhuriyet döneminde yasak getirilmiştir.

Nakşicilik zamanla Kürdistan’da kök salmış, aşiretler üstü bir yapı haline gelmiş ve siyasal, toplumsal ve ekonomik gücü eline geçirmiştir. Bu yapı aynı zamanda kastlaşmıştır. Evlilikler sadece şeyh aileleri arasında yapılırdı. Yine bunların geniş toprakları, büyük ve geniş evleriyle hizmetkarları vardı. Varlıklı olmalarına rağmen toplumdan kendilerine süreklileşen bir tarzda akan büyük miktarda maddiyat vardı. Özcesi toplum üzerinde kurdukları sömürü çarkı boyuna dönmekteydi. 

20. yüzyılın en etkili Kürt şairlerinden Cegerxwîn bir şiirinin dörtlüğünde bu şeyhleri şöyle betimlemektedir:

Serî dikir gulav û misk û ember
Digot nûr e kero ma tu çi zanî
Bi wan xapan dixwarin xwarinên xweş
Şêx û melayê vî zemanî

Dörtlüğün öyküsü şöyledir: 

Kürdistan’da söz konusu şeyhlerin evleri genelde iki katlı ve yüksekti. Bu tür evler enderdi. Şeyh işi olup da evin dışına çıktığında önce bir güzel temizlenir, bembeyaz elbiselerini giyer, sakalının bakımını yaptırır ve din adamlarının kullandığı kokulardan misk u emberi sürünürlerdi. Şeyh bu halde bütün ihtişamıyla yukarıdan indiğinde aşağıda onu bekleyen xulamı ya da hizmetkarı bu görünüm ve baş döndüren koku karşısında hayranlıkla dehşet duygularını bir anda yaşar ve şeyhe bunun sebebini sormadan edemezdi. Şeyhin cevabı çarpıcıdır: “Bu Allah’ın nurudur eşek, sen ne anlarsın.” Cegerxwîn üçüncü ve dördüncü dize de bu tavrı şöyle yorumluyor:

Bu hilelerle yiyorlardı güzel yemekleri
Zamanımızın şeyh ve mollaları
Kurulan medreseler ise tarikatın kendisini yeniden üretim yeriydi. Kürdistan’daki en önemli ve tarihi medrese Norşin medresesiydi. Birçok Nakşi şeyhi buradan icazet almıştır.

Kürdistan’ın Nakşi Haritası
Kürdistan’da en üst hiyerarşide ise şu Nakşi aristokrat aileleri bulunmaktaydı: Arvasiler, Saadetê Nehriler, Norşinler, Şeyh Fethullah El Warkanisi, Zokaydlar, Hazneliler, Karaköylü Şeyh Mahmud, Taşkesenliler… Öte yandan Güney Kürdistan’da Barzaniler ilk kez Abdurrahman Barzani (Tacettin) ile Nakşi tarikatına geçerler.  Bunlar icazetlerini Nehri şeyhlerinden alırlar. Bunun yanı sıra dini amaçların yanında ilk kez bağımsız Kürdistan hedefiyle ayaklanan Şeyh Ubeydullah ve 1925 yılında TC’ye karşı isyan başlatan Şeyh Sait de Nakşidirler. Günümüzün inkarcı Kürt düşmanı ANAP eski milletvekillerinden Kamran İnan’ın dedesi Seyyid Ali de (Arvasi aristokrasisinden Nakşibendi Sebgetullah’ın torunu) 1913 yılında Bitlis’te, İttihat ve Terakki yönetimine karşı Kürt ayaklanması başlatmıştır. 1880–1925 yılları arasında ortaya çıkan Kürt isyanlarından biri hariç (Kadiri olan Şeyh Mahmut Berzenci) diğerleri Nakşibendi tarikatı şeyhlerinin liderliğinde pratikleşmiştir. Madalyonun bir yüzü böyle olsa da öte yüzünde işbirlikçilik vardır. Cizira Botan’da Şeyh Xalid Ciziri ünlü bir Nakşi şeyhidir. Mevlana Xalid’in ilk halifelerindendir. Öğrencilerinden Şeyh Seyda devlet işbirlikçisidir. Êzdi ve Süryanilere saldırıları örgütleyip yağmacılık yaptırmıştır. Şeyh Ziyaeddin (1913 yılındaki Bitlis Kürt ayaklanmasına katılmadığı için devlete sadakatinden dolayı kendisine 5. rütbeden Mecidiye nişanı verilmiştir), Şeyh Bahaeddin (Güney Kürdistan), Şeyh Celaleddin (Bayazıt), Şeyh Selahaddin (isyanlara karşı Kemalistlerin yanında yer aldı, Demokrat parti saflarında aktifti, oğulları Adalet parti saflarında da yer aldı) ve Şeyh Muhammed Selim işbirlikçidirler. (Faik Bulut, İslamcı Örgütler-2, 1997)

Mustafa Kemal Nakşi Şeyhlerin Önce Elini Öpüyor Sonra Onları Sindiriyor
Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasıyla beraber Nakşilik ve Siyasal İslam devletten uzak tutuldu. Mustafa Kemal’in “inkılap” adı altında gerçekleştirdiği birçok müdahale bu yönlüydü. Aslında M.Kemal Nakşi şeyhlerin gücünü biliyordu. Zaten Anadolu ve Kürdistan’ı işgal eden devletlerle savaşı başlatmadan önce ilkin Kürdistan’a gelmiş ve Nakşi şeyhlerin elini öpmüştür. Ancak sonradan Şeyh Sait isyanını gerekçe göstererek hepsini sindirmiştir. Bu dönemde kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile sonrasındaki Serbest Cumhuriyet Fırkası Nakşiler ve siyasal İslam için örgütlenme yerleri olunca kısa sürede kapatılmışlardır. Şeyhlerin bir kısmı Kemalist sistemle işbirliğine girerken diğerleri sessizliğe gömülerek günün birinde gelebilecek fırsatı kolladılar. Bu durum İkinci Paylaşım Savaşı sonuna kadar sürmüştür. İkinci Paylaşım Savaşı’ndan hemen sonra “çok partili yaşama geçiş” bağlamında CHP’den ayrılan bir kesim Demokrat Parti’yi (DP) kurmuştur. Bu parti kısa sürede cumhuriyetin uygulamalarından rahatsız olan, kuruluşuyla statüleri sarsılan, çıkarları bozulan çevrelerin (eskinin ayan, tüccar, eşraf, ağa, aşiret reisi, şeyh vb.) ve elbette siyasal İslamcıların buluştuğu bir odağa dönüştü. Bunlar her şeyden önce ordu ve bürokrasinin kurduğu mutlak tahakkümden kurtulmak istiyorlardı. Bunun sonucu olarak Nakşibendi şeyhleri de yeniden ilgi odağı oldu. 

Kürdistan’daki egemen yapıyı oluşturan bu şeyhler, aşiret reisleri ve toprak ağalarının çoğunluğu DP’yi destekledi. DP de Kürdistan’da sadece bu kesime dayandı. Aslında bu devletin ve ordunun da işine geliyordu. Çünkü bu sayede Kürtler devlet – ağa – şeyh işbirliğinde gerçekleşen üçlü kapanda ve sömürü çarkında kalarak ulusal bilinçten ve özgürlük fikrinden uzak kalacak ve sorun çıkarmayacaktı. Bu Kürde dayatılan vahşi bir sistemdi.  1946 seçimlerinde önü alınan DP, 1950 seçimlerinde büyük bir oy farkıyla birinci parti olarak çıktı.

Bu çevreler bundan sonra çeşitli biçimlerde başta siyasi partiler olmak üzere medya, dernek, vakıf ve diğer oluşumlar aracılığıyla örgütlenip kadrolaştılar. Ucuz kredi ve ihale gibi olanaklarla ekonomik anlamda bir gelişim kaydettiler. Bu 1950–70 arası küçük ve orta ölçekli işletmecilik şeklinde seyrederken; 1970–80 arasında orta ölçekli ve yer yer de büyük ölçekli işletmelere dönüşmüş, 1980 sonrası ise her bakımdan tekelleşmenin yaşandığı, İslamcı sermayenin ortaya çıktığı bir dönem olmuştur. Bu sermaye sahipleri “Anadolu Kaplanları” olarak nitelendirildi. DP’den sonra aynı geleneğin temsilcisi Adalet Partisi’ni destekleyen bu kesimini 1970’lere kadar siyasete katılımları sağ partileri destekleme biçiminde olurken, ‘70’lerden sonra Nakşibendi tarikatının İskender Paşa dergahı şeyhi Esat Coşan’ın teşvikiyle önce Milli Nizam Partisi (MNP), sonra Milli Selamet Partisi (MSP) ve ardılı olan siyasi partilerle kendi siyasal kurum ve geleneklerini yaratmaya yöneldiler.
1960 yılında gerçekleşen askeri darbe ve ardından başta başbakan Adnan Menderes olmak üzere gerçekleştirilen idamlar Kemalist oligarşinin DP şahsında bu çevrelere vurduğu bir darbe oldu. Bununla siyasal İslam’a ve Nakşiliğe ayağını denk alması mesajı veriliyordu. Öyle de yaptılar. Fakat daha sinsice ve köylü kurnazlığıyla takkiyeciliğin tüm hünerlerini sergileyerek rantla ilgili hedeflerini sürdürdüler. Bu sefer daha fazla milliyetçi, devletçi ve hatta cumhuriyetçi bir literatür ve yaranmacı bir tarzla devlete yaklaştılar. Devrimci - sosyalist hareket ve örgütlere karşı başta ajanlık ve tetikçilik olmak üzere her türlü faaliyette bulundular. Aynı faaliyeti 1970’lerde gelişmeye başlayan Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı da yaptılar. Amaçları ordu ve bürokrasiye yaranarak ranttan pay kapmaktı. Bu çakal ve sırtlan duruşuydu. Sonraki süreçlerde de ordu bu kesimleri hep “irtica” ve “laiklik düşmanlığı” argümanlarıyla barajladı. Fakat onlar bin bir kurnazlık ve manevrayla halkın desteğini de arkasına alarak rantın peşini bırakmadılar. 1980 darbesi sonrası hükümete gelen ANAP ve onun genel başkanı Nakşici Turgut Özal’ın liberal açılımları bu çevreler için holdingleşmelere giden yolu açtı. 1990’lı yılların ortalarında Refah Partisiyle iktidara gelen bu kesim bir kez daha orduyu harekete geçirdi. Bu seferki darbe daha incelikliydi. 28 Şubat 1997 yılındaki asker muhtırasıyla Refahçılar arkalarına dahi bakmadan hükümetten ayrıldılar. Fakat 11 Eylül 2001 tarihinde iki binaya uçaklar çarptı ve eski deyimle gün oldu, devran döndü. Aynı yıl AKP adıyla bir parti kuruldu. Ama buna geçmeden önce derinlerde olan bir gerçekliğe değinmeden geçmek gerçekliği es geçmek olacaktır. Bu Fetullah Gülen ve Nurculuktur.

Duygusal Ve Mistik Fırtınanın Puslu Havasında Dönen Dolar Çarkı: Fetullah Gülen
Fetullah Gülen ve cemaati gerçekliğine değinmeden önce bu cemaatin kendine fikir babası olarak seçtiği Said-i Kurdi’yi ele almak gerekir:
Önceleri Said-i Kurdi olarak da bilinen Nursi, 1873 yılında Bitlis’in Hizan ilçesi Nurs köyünde doğmuştur. Said-i Nursi adı, Türk müritleri tarafından verilmiştir. Norşin Medresesinde okumuştur. 19. yüzyılın sonlarında Kürtçe gazetelerde yazı yazmış ve Sultan Abdülhamit’e Kürdistan’da bir İslam Üniversitesi kurulması konusunda dilekçe vermiştir. Bu dönemlerde İttihat ve Terakki liderliğiyle de ilişkilenmiştir. 31 Mart vakası denen dinci ayaklanmaya katılmış, padişahın emriyle kurulan istihbarat örgütü Teşkilat – ı Mahsusa kadrosunda yer almıştır. Said-i Nursi bu süreçten sonra ve özellikle 1920’li yıllarda Kürtlük davasına mesafeli durur ve Kemalistlerle ilişki kurar. Şeyh Sait ayaklanmasına katılmaz. Sonradan Kemalist yönetimle de arası açılır ve 25 yıl süren bir sürgün hayatı yaşar. “Nur risaleleri” adıyla bilinen dini eserlerini de esas olarak bu sürgün hayatı boyunca yazar. Kore savaşına müritlerini gönderir ve 1957 yılında Demokrat Partiyi destekler.
Said – i Nursi’nin ardıllarından Fetullah Gülen 1942 Erzurum doğumludur. Aslen Bitlis / Ahlat doğumlu olduğu da belirtilir. Erzurum’da faşist “Komünizmle Mücadele Derneği”ni kurmuştur. Daha sonra dinci faaliyetlerden ötürü zaman zaman yargılanmışsa da affedilmiştir. Özelikle 1980’lerden sonra şirket, dernek, vakıf, yurt, özel okul, dershane, gençlik kampları, dergi, tv, gazete vb araçlar yoluyla devletin tüm kurumlarında ve her kademesinde hızla örgütlenmiştir. Çalışma tarzı Masonlarınkine benzer ve istihbaridir. Görünürde dini bütün, masum ve namazında niyazında olan, camilerde verdiği vaazlarda yoğun bir mistik atmosfer ve duygu yoğunluğu oluşturabilen Fetullah Gülen gerçekliği derinlerde bambaşkadır. Din ve ticareti “harika” denebilecek bir tarzda sentezleyebilen, bunu aynı derecede örgütlenme ağlarına kavuşturabilen Gülen, zamanla Kemalist oligarşinin kabusu haline gelmiştir. Devletin tüm kurumlarında ve başta da ordu ve emniyet içerisinde örgütlüdür. Ordu her sene gerçekleştirdiği Yüksek Askeri Şura’larında onlarca Fetullahçı’yı ihraç etmektedir. Zaman gazetesi (en fazla tirajı olan gazetelerden), Aksiyon ve Sızıntı dergileri, İngilizce çıkan Today’s Zaman, Samanyolu TV, Burç FM ve daha pek çok yayın organlarıyla medyayı çok etkili bir biçimde kullanmaktadır. “Kimse Var mı Yardım Derneği” ve dini duyguların sömürüsü yoluyla yoksul kesimleri kendi cemaatine bağlamaktadır. Bu derneğin en son Latin Amerika’nın Peru ülkesinde, bu ülkenin cumhurbaşkanının da katıldığı bir etkinlikte, depremzedelere yardım ettiği düşünüldüğünde oluşturduğu ağın ne derece etkili ve kapsamlı olduğu görülür.  “Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı” aracılığıyla da aydın ve yazar kesimlerine uzanmaktadır. İŞHAD iş adamları derneği ve Asya Finans, iş alanındaki örgütlülükleridir. Türkiye, Kürdistan ve dünyanın birçok yerinde yüzlerce özel okul, yurt ve dershane aracılığıyla örgütlenmiştir. En son gerçekleştirilen “Türkçe Dil Olimpiyatları”nda, bu okullarda okuyan ve Türkçe öğrenmiş dünyanın birçok ülkesinden ve halkından çocuk ve genç, hazırladıkları ürünleri seslendirmişlerdir. Türkiye’de her sene yapılan “Abant Toplantıları”nda, siyasi ve ideolojik durum değerlendirmeleri yapılmaktadır. Dünyada da düzenli yapılan Masonların Bilderberg toplantılarına bu cemaatten katılım gerçekleşmektedir. Fetullah Gülen ve cemaatinin bu faaliyetlerle bağlantılı olarak kullandığı ana kavramlar "hoşgörü" ve dinler arası diyalog", aynı zamanda ilişkili olduğu Mason, Siyonist ve Evangelist çevrelerin geliştirdiği yeni küresel politikaların ya da “ılımlı İslam” projesinin ana kodları olmaktadır.

Son süreçte TC içerisindeki çatlama ve çeteleşmelerde Fetullahçı kanat ile Ordu güdümlü “vatanseverler” ve “kuvayi milliyeciler” tam bir meydan savaşına girişmişlerdir. Hemen hemen her gün karşılıklı olarak birbirlerinin çetelerini deşifre edip, ne anlama geldiği pek anlaşılmayan “Türk adaletine” teslim etmektedirler.  Bu savaş internet ortamında da son derece çarpıcıdır.

Gülen cemaatinin Kürtlere ve değerlerine yaklaşımı inkarcı ve pervasızdır. Onlar sadece Kürt Özgürlük Hareketini hedeflememektedirler. Bizzat Kürdün temel değerlerine saldırmaktadırlar. “Din kardeşliği” kisvesine büründürülen bu saldırı özünde faşist ve yok edicidir. MHP bile “Kürtçe konuşan vatandaşlarımız” ifadesiyle Kürt kimliğini tanırken bu cemaat cümle aralarına gizlediği niyetleriyle Kürt halkını inkar etmektedir. Kürt Özgürlük Hareketine saldırılar ise başta istihbari olmak üzere birçok cepheden yürütülmektedir. Bunu rant kavgası yaptıkları ordu ile yarış halinde yapmaktadırlar. Bu cemaatin söz konusu yayın organlarına bakıldığında bu saldırıların stratejik anlamda ve günlük olarak yürütüldüğü rahatlıklar görülebilir. Üstelik de din ve ümmet kılıfına gizlenen derin bir ideolojik saldırı eşliğinde yapılmaktadır. Çünkü Özgürlük Hareketinin yaptığı Kürt halkını bunların onlarca yıldır kurduğu dini sömürü sistematik çarkından ve pençesinden kurtarmaktır. Dolayısıyla temel rezerv alanlarını kurutmaktır. Bu kadar saldırgan olmalarının nedeni bu yönüyle anlaşılırdır.
Kendi medya organlarında din ve vicdan sömürüsüne dayalı sistematik programlar yayınlayan Fetullahçı cemaat, son zamanlarda İstanbul sermayesinin “Kürt dizileri”ne alternatif diziler de hazırlamaya başladı. “Tek Türkiye” adıyla hazırlanan yeni dizide bir yandan “sefalet” ve “cehalet” kavramlarıyla Kürtler aşağılanırken diğer yandan “kardeşlik” söylemine gizlenen inkar ve ırkçılık had safhaya vardırılmaktadır.

Cemaatin başı Fetullah Gülen, ordunun yönelimleri nedeniyle şu an ABD’de Siyonist ve Evangelist (Evangelizm, Hıristiyanlığın Protestan mezhebinin bir koludur. Bu mezhep için,  “Yahudiliğin Hıristiyanlık içindeki örgütlemesi nitelemesi” yapılır. Nakşilik için de “Yahudiliğin İslamiyet içindeki örgütlemesi tanımlaması” yapılmaktadır. Evangelistler ABD’de Bush ve Cumhuriyetçilerin esas destekçi kitlesidir) dostlarının yanında bulunmaktadır. AKP’yi kumanda edenlerin de başında gelmektedir.

Hiç yorum yok: