22 Şubat 2010 Pazartesi

Devlet, Din ve Kürtler


İnsanın ilk soyutlama, fiziği aşma ya da metafizik deneyimi aynı zamanda ilk “bilinç” ve “inanç” tohumlarını da ekmiştir. Böylece evren, doğa, kendisi ve etrafındaki her şeyi düşünmüş ve sorgulamıştır. Çözdüğünü “bilinç”, çözemeyip de sezdiğini ise “inanç” haline getirmiştir. İlk animist (canlıcı) düşünceden mitlerle yüklü aşamaya kadar insanın zihinsel gelişimi kendi doğal gelişim seyri içerisinde ilerlemiştir. Doğayla ahenk içerisinde, gönüllü ve dayatmasız bir yaşam söz konusudur. İlk bilinç ile inanç nüveleri zamanla “ahlak” anlayışı ve olgusunu meydana getirmiştir. Çok uzun süreleri bu biçimde kat eden insanlığın yolculuğu, Toros – Zagros dağ silsilelerinin çevrelediği Verimli Hilal’de toplumsal köy ve tarım devrimiyle zirveye ulaşmıştır.
Ancak bu devrimin uzun süreler dahilinde yarattığı bolluk ve artı ürün, “güçlü ve kurnaz adam” yani hükümranlık peşindeki insanın zorba ve hileli tasarrufuna konu olurken insanlık tarihinin de seyri değişiyordu. Bu girişim, insanlığı ve toplumları binlerce yıl inletecek olan “iktidar ve devlet” denen yakıcı olguların ilk kıvılcımı oluyordu. Sonra da Sümer kent devletlerinde “ziggurrat” biçiminde git gide yükselip karmaşıklaşacak olan yapılara dönüşüyordu. Bu yapılar ilk bilim – teknik laboratuarları olmak kadar toplumu biçimlendirmeyi hedefleyen ilk “sosyal mühendislik” mekânları da olmuşlardır. O zamana kadar doğal seyrinde ilerleyen toplumsallık burada rahip hükümranlığın kontrolüne alınmıştır.
Elbette insanın doğal inançlarına da müdahale edilmiştir. İnsanın görerek, yaşayarak ve inanarak bağlandığı inançsal değerler, ziggurratlara hapsedilerek daha doğrusu beyinlere de ziggurratlar kurularak, dogmalaştırılmış ve iktidarın hizmetine koşulmuştur. Böylece ilk anlamında “devlet” ile “din” buluşturulmuş daha doğrusu “din”, devlet ve iktidarın en güçlü dayanağı haline getirilmiştir.
Sümer’den Roma’ya, Pers’ten Osmanlı’ya kadar tüm azmanlaşmış iktidar yapıları bu kötü ziggurrat geleneğini izlemişlerdir. Zerdüşt’ten Mani’ye, İsa’dan Hallac– ı Mansur’a kadar da tüm peygamber ve bilgeler de bu geleneğe karşı koymuş ve görkemli bir direniş geleneği yaratmışlardır.
Ziggurrat geleneğinin son teorisyen ve pratisyeni olan tekelci liberal – burjuva sınıf karakterli ulus devlet, “devlet – din” ikili silahını topluma karşı en ölümcül ve vurucu tarzda kullanan yapı durumundadır. Üstelik bunu en demagojik tarzda yapmaktadır. “Laiklik” adı altında güya din ile devlet işlerini ayrıştırmaktadır. Oysa bu kılıf altında din ve inanç, tam anlamıyla “tekel”e alınmaktadır. Bu anlamıyla laiklik, bırakalım dinle ayrışmak, sonuna kadar dinle haşır neşir olmaktır. Ulus devletin yaklaşık 200 yıllık tarihine bakıldığında bu gerçeklik bariz olarak görülmektedir. Bu sürecin öncülü Protestanlık mezhebidir. Katolik kilisesiyle kanlı ve yüzyıllarca süren bir savaşım veren bu mezhep, Hıristiyanlık dini üzerindeki Katolik tekelini kaldırmıştır. Fakat sonrasında gelişen yeni bir tekelcilik oldu.
Protestan rahip ya da önderlerin düşünerek ya da tasarlayarak dini burjuva sınıfının yönetimine ve ulus devlete hediye ettiğini söylemek abartı ve tarihe sübjektif bir yaklaşım olur. Fakat burjuva sınıfının, Katolik kiliseye karşı verilen toplumsal nitelikli mücadelenin kazanım ve değerlerini aynen Sümer rahipleri gibi “güce ve kurnazlığa” dayanarak gasp ettiğini söylemek daha gerçekçi bir yaklaşım olur. Nitekim dini tekeline alan bu sınıf aynen Katolik kilisesi gibi fakat farklı tarz ve yöntemlerle (Pozitivist tarzda) topluma karşı bir silah gibi kullanmıştır.  Başta August Comte ve Max Weber olmak üzere birçok “sosyolog” bunun akıl hocalığını yapmıştır. Marksizm ve Reel Sosyalizm ise dinin tarihi ve toplumsal niteliğini tam görememiş ve daha başından bir “ret” tutumuyla aslında toplumsallık iddiasına ciddi bir yetmezlikle giriş yapmışlardır.
Çağımızın küresel gücü ve Finans Kapital azmanı ABD ve onun öncülü İngiltere, üç Semavi dini de en etkili tarzda kullanan devletler oldular ve halen de öyledir. Bilindiği üzere Yahudilik’te zaten daha başından “kavim – devlet – din – ticaret - siyaset” bir arada ve özdeşleşmiştir. Bu yüzden Finans Kapital sistematiği içerisinde Yahudi egemenlerinin oldukça etkin konumları biliniyor. Söz konusu güçler, Protestanlık ve Evangelizm gibi mezheplerle de Hıristiyanlık dünyasını kontrol altında tutuyorlar. Geriye İslam kalıyor. Yukarıda uzun uzadıya belirtildiği gibi bu güç, 20. yüzyılın ortalarından itibaren İslam dünyasını da “Yeşil Kuşak Projesi” ile denetlemeye çalıştı ve önemli ölçüde başarılı da oldu. Şimdi de  “Ilımlı İslam” ya da başka bir ifadeyle Finans Kapital sisteminin ve “kar”ın önünde engel teşkil etmeyecek “hizaya çekilmiş İslam” projesini hayata geçirmeye çalışıyor.
“Son semavi din” olan İslamiyet zaten bir devlet dini olarak doğdu. Osmanlı imparatorluğu da bu mirasa dayandı ve daha da katmerleştirdi. Onun varisi Türkiye Cumhuriyeti “ulus devlet”i de tüm “laiklik” demagojilerine rağmen dini en çok sisteme yedekleyen bir devlet oldu. Bunu elbette “Sam Amcası”nın strateji, perspektif ve dönemsel taktikleri dahilinde gerçekleştirdi.
Aslında İslam’ın siyasete alet edilmesi hususunda henüz Osmanlı devletinin son dönemlerinde bir çatallaşma yaşandı. Abdülhamit – İttihatçı çatallaşması bir gelenek olarak Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca da sürdü. İstanbul merkezli “Büyük Sermaye” ile Anadolu merkezli “Yeşil Sermaye”, dini sermaye, siyaset ve ticarete yedeklemekte birbirleriyle çatıştılar ve yarıştılar. Çelişki ilkesel değildi. ABD ve küresel sistemle hiç değildi.  Sadece sınıf ve zümre çıkarlarıyla ilgiliydi.
Nitekim en çok İslamcı geçinen Anadolu sermayesinin televizyon ve radyolarında ilkin vaazlardan ve “yeşil” tondan geçilmiyordu. Bu sermaye sahipleri küçük ve orta ölçekli işletmelerden “büyük ölçekli” holdinglere sıçrama yapınca yeşil renkleri de solmaya başladı. Paranın rengi daha bariz hale geldi. Üstelik televizyonlarında vaazlardan eser kalmadığı gibi başlarını zorla kapattıkları kadınlar da “her ne hikmetse” açılıp saçılmaya başladılar. Yine “entelektüel” cenahtan sayılan Hüseyin Üzmez gibi mutasyona uğramış mahlûkatlar, çocukları dahi taciz edebilecek “ruhsal çukurlaşma” gerçekliklerini ortaya koydular.
Burada Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın “siyasal İslamcılar” ilgili şu sözleri, onların gerçekliklerini çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır:
“Geleneğin sadece elbise ve sakallarını kuşanırlar. Ruh ve bedenleri en gerici modernite artıklarıyla yüklüdür.”
Tarih boyunca dini en etkili bir silah olarak kullanan egemenler ve iktidar sahipleri, halklara büyük acılar yaşatmış, soykırım derecesinde katliamlar gerçekleştirmişlerdir. Objektif koşullardan dolayı hep varoluşsal bir direniş içerisinde olan ve doğal toplum özelliklerini büyük ölçüde koruyan Kürt halkı da, “devlet – din” hükümranlığının saldırıları karşısında büyük bedeller ödemiştir. Kürdistan’daki iktidar odaklarının çeperlerinde yer alan kesimlerin dışında Kürdistan halkı genelde din ve inanç ile “doğal” bağlarını sürdürmüştür. Dogmatizm, taassup ve bağnazlığa fazla bulaşmamıştır. Nitekim başta Ehmedê Xanî, Feqiyê Teyran ve Melayê Cizîrî olmak üzere birçok Kürt bilge ve filozofu dogmatizme karşı çıkmışlar, mücadele etmişlerdir.
Kürdistan’daki medreseler diğer ülkelerdeki medreselere göre daha toplumcu ve özgürlükçü eğitim müfredatları geliştirmişlerdir. İktidarların çıkarlarıyla örtüşmediği ve özgürlükçü öze sahip oldukları için birçok Arap ve Osmanlı medresesinde okunması yasak kitaplar, Kürdistan medreselerinde okunup işlenmiştir. “Nekhet-ul Efkâr” adındaki felsefe kitabı böyle bir kitaptır. Yunancadan Arapçaya tercüme edilmiştir. Kürdistan medreselerinin bu özelliği ve genel olarak Kürt halkının, esas itibariyle bir iktidar ve devlet üretimi olan dogmatizm ve bağnazlık tuzağına düşmemesi okların yönünün Kürdistan’a çevrilmesine neden olmuştur. Bu yüzden olsa gerek Arap ve Türk – İslam sentezci birçok kalemşor, yazdıkları yazılarda “Kürtlerin Müslümanlığı”nı beğenmez ifadeler kullanıyor ve Kürt halkının devrimci öncülerini hedef gösteriyorlar.
Bununla beraber Kürtlerin doğal duruşları onları çoğu zaman saldırı ve komplolar karşısında savunmasız da bırakmıştır. Özellikle Alevi, Êzîdî ve Batıni mezheplerle tarikatlara mensup Kürtler değişik zamanlarda toplu kırımlara maruz kalmışlardır. Selçuklu ve Osmanlı’nın birçok dönemi bu tür katliamlarla doludur.
Zaten henüz Arap orduları “İslam kılıcı”yla Kürdistan’a giriş yaparken bu katliamlar başlamıştır. Aşağıdaki dizeler, Halife Ömer zamanında Arap ordularının Kürdistan’daki cinayetlerini betimlemektedir. Dönemin Kürtçesiyle yazılmış ve Güney Kürdistan’daki araştırmalarda ortaya çıkan bu şiir ve günümüz Kürtçesiyle yazılmış hali şu biçimdedir:
 Hurmuzgah ruman / atiran kujan / hosan şarave gewre gewrekan / zorkerî Ereb kirdine xabûr / gihane pale paşe Şarîzor / jin û kenikan ve dîl beşinan /…(Hürmüzgahlar viran oldu / ateşler söndü / büyük büyükler saklandılar / Arap zorbaları viran ettiler / Şarezûr’a kadar ulaştılar / kadın ve kızları esir aldılar /…)
Zerdüşt inancına sahip Kürtler, 639 – 644 yılları arasında büyük direnişler ortaya koydular. Sonrasında bu ayaklanmalar adeta her fırsatında tekrar tekrar yaşandı. Bir yandan Kürtleri katleden egemenler yanı sıra haklarında çeşitli rivayetler geliştirip güya aşağıladılar. Kürtlerin “cin taifesi”nden olduğu ve Müslümanlıklarının “sahte” olduğu yolunda söylemler geliştirdiler.
Aynı zihniyet Osmanlı şahsında 19. yüzyılın başından itibaren Kürdistan’a bir daha yüklendi. İsyan eden Kürt halkına hem fiziki hem “din” silahıyla yönelim gerçekleştirdi. Bir yandan Alman generallerinin desteğiyle Kürt halkına soykırım dayatılırken yanı sıra da “Nakşilik” tarikatı, II. Abdülhamit şahsında iktidarın denetimine alınarak çok boyutlu bir sömürü ve saldırı silahı olarak kullanıldı. Kürtlerden Nakşi “kurm” (kurtçuk, için için kemiren) alayları (Hamidiye alayları) oluşturuldu ve hem Kürtlere hem de Kürdistanlılara saldırtıldı.
Aynı kirli politikalar TC tarihi boyunca da boyutlandırılarak sürdürüldü. Kürt halkına karşı din adıyla gerçekleştirilen son imha yönelimi, 1990’lı yıllardaki TC’nin “Hizb ul Kontra” tetikçileriyle gerçekleştirdiği saldırıdır. Elbette PKK’nin Kürt halkını, “devlet - din” hükümranlığının “rezerv” ve tasarruf alanından kurtarması, bu saldırıların temel nedenidir. Yüzyıllarca “uysal ve cahil” Kürde karşı her türlü kirli siyaset ve yönelimi kendisi için meşru gören bu karanlık zihniyet, Kürdün irade sahibi olup kaderini eline almasına tahammül gösteremiyordu. Özgürlük Hareketi onların kirli çarkına çomak koymuştu. Böylece Kürt halkı Özgürlük Hareketi ile hem özgür kültürel inanç koşullarına hem de öz savunma olanaklarına kavuşmuştu.
Kürdistan bir kültürler ve inançlar bahçesidir. Tüm vahşi yönelimlere ve acılı bedellere rağmen bu gerçeklik tarihten gelen zengin bir miras olarak direniyor ve varlığını sürdürüyor. Bu rengarenk mirasın geliştirilip sürdürülmesi her Kürdistan yurtseverinin görevidir. Yanı sıra kendi egemenlik ve en geri güdülerini “din, iman, ayet, vaaz” kılıflarına sararak ve “sevap – günah” makasını işleterek toplum üzerinde tam bir “sömürü - taciz” mekanizması kuran “cübbeli bezirganlar”a karşı toplumsal mücadeleyi yükseltmek de bir yurtseverlik görevidir. 
Dine, toplumbilimsel ve kültürel bir yaklaşımın strateji ve politikasıyla günlük örgütlenme ve çalışma tarzı başarıldığı ölçüde Kürt halkı şahsında Ortadoğu’da zihinsel ve vicdani özgürleşmenin örneği ortaya konmuş olacaktır.

Akif Roj 

Hiç yorum yok: