22 Şubat 2010 Pazartesi

“Bilimsel Yöntem”, İktidar ve Kapitalizm Birliği Üzerine

Kapitalizmin dünya sistemi haline gelmesinde ‘bilimsel metot’ anlayışı önemli rol oynar. Roger ve Francis Bacon’la Descartes’in öncülük ettiği yeni yöntem anlayışında özne ve nesne ayrımı özenle belirtilir. Ortaçağın dogmatik yönteminde özne ve nesneye pek yer yoktur. Gölgemsi bir işlevleri vardır.

Rönesans’la ayağa kalkan Batı Avrupa, Hıristiyanlıkta reformla ve felsefi aydınlanma devrimiyle özne ve nesnenin görünümünde yeni bir çağ açmıştır. İnsanın öznelliğiyle dünyanın nesnelliği iki temel faktör olarak yaşamda başköşeyi temsil ederler. Tanrı sözünü esas alan dogmatik yöntem ahlakla birlikte önemini yitirir. Daha doğrusu, eskinin örtük kralları ve maskeli tanrıları yerine, çıplak krallar ve maskesiz tanrılar dönemine geçilir. Bunda kapitalistik sömürü tarzı temel dürtüdür. Kâr adı altında gerçekleştirilen istismar her bakımdan toplumun algılanışını değiştirme zorunluluğunu duyar. Yeni ‘bilimsel yöntem’in altındaki temel etken bu zorunluluk veya ihtiyaçtır. İnsanlık ve doğa çok büyük bir istismara uğratılmakla karşı karşıyadır. Toplumun bu istismarı kolay kolay kabul edemeyecek olan vicdanı (ahlakı) ancak büyük bir zihniyet değişikliği ile yeniden inşa edilecektir. İşte bunun için temel doğruluk yolu olarak ‘yönteme’ büyük işlev düşecektir. Descartes’in köklü bir dönüşüm için büyük bir şüphecilik hastalığını yaşadığı, her şeyden şüphe ettiği, bunun sonucunda “Düşünüyorum, o halde varım” yargısına sığındığı meşhurdur. Bacon’ların ‘nesnellik’ için büyük özen gösterdikleri iyi bilinir. Birincisi bireyin bağımsız düşünebilmesine, ikinciler ‘nesne’ hakkında bireyin dilediği gibi tasarrufta bulunabilmesine kapıyı aralarlar.

Bilimsel yöntemde ‘nesnellik’ kavramını yeniden ve çok derinlikli olarak yorumlamak gerekir. Analitik düşünce dışında, insan bedeni de dahil, tüm doğanın (canlı ve cansız) nesne olarak tanımlanması, esasta kapitalizmin doğayı ve toplumu sömürüsünde ve tahakküm altına almasında kilit bir işleve sahiptir. Özne ve nesne ayrımını derinleştirmeden ve büyük bir meşruiyete kavuşturmadan, yeniçağa ilişkin zihniyet dönüşümü sağlanamaz.

Özne analitik düşüncenin en meşru geçerli faktörü iken, nesne de üzerinde her tür spekülasyonun yapılabileceği ‘maddi’ öğedir. Diğer bir deyişle ‘objektivite’yi temsil etmektedir. Bu ayrım uğruna büyük kavgalar verilmiştir. Kiliseyle bilimin kavgasını salt ‘doğruluk’ hakkında bir çekişme olarak görmemek gerekir. Bu kavganın altında büyük toplumsal mücadeleler söz konusudur; bir anlamıyla ahlak yüklü eski toplumla ahlaki örtüden soyunmak isteyen çıplak kapitalist toplumun çekişmesi vardır. Mesele salt kilise ve bilim çekişmesi de değildir. Daha genelinde toplum vicdanının tüm tarihi boyunca muhafaza ettiği, istismarı yasaklayan, lanetleyen ve günah sayan sistemle toplumu hiçbir yasak, günah ve lanet tanımadan sömürüye ve tahakküme ardına kadar açmak isteyen kapitalist yeni toplumsal projenin çatışması söz konusudur. ‘Nesnel yaklaşım’ bu projenin kilit kavramıdır.

‘Analitik düşünce’nin ‘nesnellik’ kavrayışı altında operasyona yatıramayacağı hiçbir ‘değer’ yoktur. Sadece insan emeği değil, tüm canlı ve cansız doğa tasarruf altına alınıp mülkleştirilebilir. İnceleme ve araştırmalara tabi kılınıp üzerinde her türlü sömürüye hak kazandırılabilir. Seçkin özneler dışında her şey mekanik olarak değerlendirilip acımasızca tahakküme ve istismara tabi tutulabilir. Doğaya ve topluma karşı temel özne olarak örgütlenen birey-vatandaş-ulus-devlet toplumu, yeni maskesiz tanrılar olarak, soykırımlardan çevreyi yaşanmaz hale getirmeye kadar her türlü çılgınlığı yapma kudretine sahip ‘yeni icat’lardır. Eskinin ‘Leviathan’ı artık kudurmuş gibidir. Hükmetmeyeceği, parçalamayacağı bir nesne yok gibidir. Nesnel yaklaşımı bilimsel yöntemin son derece masum bir kavramı gibi algılamanın büyük felaketlere, sapmalara ve ortaçağdan kalma engizisyonlardan daha acımasız katliamlara yol açtığı iyi anlaşılmalıdır. Nesnel yaklaşımın hiç de masum bir bilim kavramı olmadığı önemle belirtilmelidir.

‘Bilimsel yöntem’in kendisi en büyük sınıfsal bölünme aracı olarak kavranmadıkça, sosyolojinin günümüzdeki işlevsizliği ve iflas durumu açıklanamaz. Açıkça belirtmeliyim ki, en iddialı toplumsal bilim geçinen ve bir dönem benim de öyle saydığım ‘bilimsel sosyalizm’in iflas etmesinde de ‘nesnel’ ‘bilimsel yöntem’in belirleyici bir rolü vardır.

Bilimsel sosyalizmin ve tüm türevlerinin uzun süreli uygulama ve toplumsal sistem inşalarından sonra içten çözülerek yıkılmaları veya direkt devlet kapitalizminden özel kapitalizmlere dönüşüm geçirmeleri, temellerindeki ‘bilimsel yöntemden’, onun ‘nesnelleştirme’ anlayışından ileri gelmektedir. Yeri geldikçe bu konuları kapsamlıca açacağımı belirtmekle yetiniyorum. Yoksa sosyalizm mücadelesine büyük inanç ve çabayla katılanların dürüst niyetlerinden asla kuşku duyulamaz.

Özne-nesne ayrımına temel rol atfeden tüm bilimsel yapılar bağımsızlıklarına çok düşkündürler. Öyle ki, bunlar her tür toplumsal değer yargılarının üstünde hareket ettiklerini iddia ederler. Bilim adına belki de yapılan en büyük sapma bu iddialarda gizlidir. Belki de hiçbir çağda kapitalist çağda olduğu kadar bilimin hâkim sistemle bütünleşmesine tanık olunmamıştır. Yönteminden içeriklerine kadar bilim dünyası hem sistemin en büyük inşa gücü, hem de meşruiyetini sağlayan ve koruyan güçtür. Kapitalist çağın bilim yöntemi ve bu temelde oluşan bilimleri, gerek sistemin kârsal işleyişinin, gerekse bunun yol açtığı ve toplumun tüm iç ve dış halkalarını kaplayan savaşlar, krizler, acılar, açlık ve işsizlik, çevre yıkımı ve nüfus patlamalarının esas sağlayıcı, yol açıcı gücüdür. “BİLİM GÜÇTÜR” özdeyişi bu gerçeğin iftiharla dile getirilişidir.

Belki de bunda kötü olan ne var denilecektir. Masumiyet ve meşruiyet zırhına bürünen sistemden bu sesler, yargılar rahatlıkla dile getirilirken, en doğal tutum ifade edilmiş olur.

Eğer günümüzde kapitalist modernite tüm parametrelerinde sürdürülemezlik işaretlerini veriyorsa, bunda en büyük pay sahibi dayandığı ‘bilimsel yöntemdir’. Dolayısıyla sistem eleştirisini dayandığı yöntemde ve ortaya çıkarılan ‘bilimsel disiplin’lerinde geliştirmek yaşamsal öneme sahiptir. Sosyalist eleştiri de dahil, tüm sistem eleştirilerinin temel zaafı, sistemin dayandığı ve onu var kılan yöntemin aynısını kullanmalarıdır. Hâlbuki o yönteme dayanarak inşa edilen toplumsal gerçeklik, aynı yöntemle ne kadar eleştirilse de, aynı sonuçla karşılaşmaktan kurtulamaz. Çokça bilinir, önceden çizilen yollarda yürüyenler, o yolların vardığı köy ve kentlere ulaşmaktan başka bir yere varamazlar. Bilimsel sosyalizm de dahil, sistem karşıtlarının başına gelen de budur.

Değerlendirmelerimde özne ve nesne ayrımının sınıfsal ve toplumsal karakterini temel almaya büyük özen gösteriyorum. Çünkü masum gibi gözüken bu iki kavram, sürdürülemez hale gelen modernitenin ontolojik (varoluş) nedenleridir. Sanıldığı gibi bu kavramların bilimsel kazanımlarla ilişkisi yoktur veya izafi karakterli olmaktan masum değildirler. En azından ortaçağdaki dogmatik yöntem kadar saplantılı bir doğa ve özne anlayışına sahiptirler. Özne ve nesne ayrımını açıkça yapmakla yaşamın kavranmak istenmesi, insan yaşamını ortaçağdan daha geri ve silik kılmakta ve maddi boğuntuya taşımaktadır. Dogmatik yöntemin nefessiz bıraktığı ve özgürlükten yoksun kıldığı insan yaşamı, kapitalist modernitede özne-nesne ayrımına dayalı olarak paramparça edilmektedir. Yaşamın tüm alanlarında derinden bir yarılma inşa edilmektedir. ‘Bilimsel disiplin’lerle bütünlüğün hücrelerine kadar parçalanmasıyla yitirilen en büyük değer, toplumsal yaşamın mekân ve zamanla kayıtlı bütünlüğü ve bölünmezliğidir. Günümüzdeki ‘yaşam sıkışması’ kadar özünden, mekânsal ve zamansal dayanaklarından kopartılmış yaşam trajedisinden daha vahimi düşünülemez. Kaderlerin en kötüsüyle karşı karşıyayız. Toplumsal kanserleşme bir alegorik yaklaşım değil, yaşama karşı en anlamlı bir sistem yorumudur.

Üzerinde yoğunca durulması gereken bu konu, bir savunma çerçevesinde ancak sınırlı bir değerlendirmeye tabi tutulabilir. Karşı eleştiriyle yeni bir yöntem önermiyorum. Bu tümüyle yöntemsizliği önerdiğim anlamına da gelmez. Sadece insan yaşamında değil, tüm canlı ve cansız doğa yaşamında da bağlı kalınan yolun, yöntemin, yasaların ifade ettiği hususların farkındayım. Yol ve yönteme değer biçmekteyim. Ama yöntem ve yasa anlayışında her zaman deterministik bir öz taşınırken, bundaki ısrar ve kalıcılığın gelişmenin ve özgürlüğün inkârına varabilme tehlikesi taşıdığını da önemle belirtmek durumundayım. Yöntemsiz, yasasız evrenlerin varlığını düşünmüyorum. Ama evreni sadece matematik bir düzene sahipmiş gibi ele alan Descartes mekanizminin temel olduğuna da inanmıyorum. Matematik ve yasa mantığının hastalıklı olduğuna dair derin kuşkularım vardır. Matematik ve yasa icatçısı Sümer rahipleriyle günümüzün bilimsel zihniyeti arasında büyük benzerlik görüyorum. İkisinin de aynı uygarlığı temsil ettikleri kanısındayım.

Yöntem karşıtı olmak ne tamamen yöntem inkârı, ne de alternatif yöntem arama anlamına gelir. Özgür yaşam seçeneğine daha yakın yorum imkânlarına açık olmanın daha yüksek değer taşıdığını belirtmek gerekir. Eğer hedef yaşamın anlamına varmaksa, yöntem buna aracılık etmelidir. Kendi başına büyük endüstriyel üretim ve büyük devlet insanlığa mutluluktan çok savaş ve yıkım getirmişlerdir. Üretim ve güç birleşince, anlamdan daha çok uzaklaştırmaktadır. Birikim sahipleri yaşam karşısında her zaman en büyük anlayışsızlıkları sergileyen kesimlerin başında gelmişlerdir. Toplumda birikime hep şüpheyle bakılır. Yöntem sorunundan kurtulmak veya bu sorunu aşmak köklü anlamlar içerir; içinde yaşanılan çağ ve uygarlıkla hesaplaşmayı gerektirir. Tarihsel zamanlarda bunun çarpıcı örneklerine rastlamaktayız. Kapitalizme, onun tüm modern kurum ve kalıplara damgasını vuran yöntem ve bilim disiplinlerine radikal eleştiri getirmeden, bu temelde bilimin özgür yaşamı daha yakın kılan yeniden inşasına yönelmeden çıkış aramak beyhude bir çabadır. Modernite-postmodernite ikilemine katkı sunmak niyetinde değilim. Bu konuda sergilenen birçok yaklaşıma saygı göstermekle birlikte, sorunun özünden uzak kalındığı kanısı halen yaygındır. Postmodernite, modernitenin yeni kılıflar altında kendini sürdürmesi olarak da değerlendirilmektedir.

Kendi yorumumu HAKİKAT REJİMİ kavramı adı altında sunmak durumundayım. Bir alternatif yöntem arayışından ziyade, yanılgılarla yüklenmiş ve özgürlük değerinden uzaklaştırılmış yaşam sorunlarından çıkış yolu aranmaktadır. Şüphesiz insan toplumunda hakikat arayışçılığı hep olagelmiştir. Mitolojilerden dinlere, felsefeden günümüz bilimlerine kadar birçok seçenek bu arayışlara yanıt olarak belirmiştir. Yaşamı bu seçenekler dışında yaşamak düşünülmediği gibi, sorunlar yumağının bu seçeneklerden kaynaklandığı gibi bir ironi de inkâr edilemez. Yani ne onsuz olunur, ne onunla olunur dilemması (ikilemi) söz konusudur. Fakat yaşadığımız modernitenin benzersiz bir farkı vardır. Modernite birçok alanda sürdürülemezlik sınırlarına dayanmıştır. Bir çırpıda sayarsak artan nüfus, kaynakların tükenişi, çevre yıkımı, sınırsız büyüyen toplumsal çatlaklar, çözülen ahlaki bağlar, yaşamın mekân ve zamandan kopuşu, büyük stresli ve büyüsünü, şiirselliğini yitirmiş yaşam, dünyayı çöle çevirecek nükleer silah yığınakları, sonu gelmeyen ve tüm toplumsal bünyeyi saran yeni savaş türleri gerçek bir mahşeri çağrıştırmaktadır. Bu aşamaya gelişin kendisi bile Hakikat Rejimlerimizin iflas ettiğini göstermektedir. Umutsuz bir tablo sergilemek durumunda değilim. Ama karşımızda, içimizde yiten yaşama karşı sessiz kalacak, çığlık atmayacak halde de değiliz. Umutsuz olmayalım, gözyaşlarına boğulmayalım. Fakat bunun için çare gerekir.

Hakikat arayışımız boş bir çaba mıydı, yoksa karanlık güçler çağından mı geçiyorduk? Büyük yanlışlıklar nerede ve ne zaman yapıldı; saplantılara nerede ve ne zaman girildi?

Kapitalist modernitenin gücünü ezici biçimde yanılgılı toplum inşalarından aldığına eminim. Buna karşı büyük mücadelelerin verildiği inkâra gelmez. Başarı diye sunulan sistemlerin başına gelenler de ortadadır. O halde sistemin hep iddia ettiği gibi, yaşanılan son ve ebedi dünya mıdır? Başka bir dünya mümkün değil midir? Güncel olarak sorulan soruları tekrarladığımın farkındayım. Fakat birçok noktada düşülen yöntem hatalarından bilim disiplinlerindeki yanlışlıklara, iktidar ve ekonomi yorumlarından hukuk ve estetiğe hükmeden tahakkümcü anlayış ve kurumlaşmalara kadar birçok olgunun içyüzünü sergileyecek durumda olmayı küçümsememek gerekir. Bu anlamda bir denemeye girişme gücünü kendimde görüyorum. Bunu özgürlük değerlerine karşı sergilenmesi gereken bir borç, bir görev olarak da değerlendiriyorum.

Konuya giriş cümlesi olarak belirtmeliyim ki, insan düşüncesine hükmeden iki temel kalıp olan öznel-nesnel, idealist-materyalist, diyalektik-metafizik, felsefi-bilimsel, mitolojik-dinsel gibi bölünmeler anlamı zayıf kılmış ve çarpıtmıştır. Bu ikilemlerdeki derinleşmeler, kapitalist moderniteye yol açan temel yöntem hatalarıdır. Uygarlık tarihi boyunca düşünce ve inançların bu yönlü gelişimi, geliştirilmesi iktidar ve istismar sahiplerince hep desteklenmiş ve kurdukları sistemlerin sürdürülmesinde temel meşruiyet rolünü oynayarak kapitalizmde zirvesine taşınmışlardır. Bu ikilemlerin soyut bir tarih gibi yorumlanması da esas olarak yürürlükteki iktidar ve sömürü sistemlerinin yararınadır. Eğer insanlık zihniyeti bu ikilemlerle boğuşturulmasaydı, hiçbir iktidar ve istismar düzeni tarihte bu denli etkili olmazdı. Zihniyet savaşlarını bu ikilemler etrafında sürdürmek, adeta şehvet gibi daha çok iktidar ve sömürü arzusuna yol açar. Hakikat arayıcıları, bu ikilemlerdeki başarıları oranında, iktidar sahiplerinin yanında ve sömürü odaklarında kendilerine hep seçkin yer bulmuşlardır. “Hakikat iktidardır, iktidar hakikattir” deyimi büyük geçerlilik kazanmıştır. Buradaki hakikat rejimi, siyasi istismar rejiminin en sağlam müttefiki konumundadır. Bu ittifakın sonucu, daha çok baskı ve istismardır. Bunun sonucu ise, özgür ve anlamlı yaşamın yitimidir.

O halde bu hakikat rejimini bırakmak, yöntem itibariyle yapılması gereken ilk ciddi işimiz olmalıdır. Aslında negatif bir duruş gerekiyor: Sistemin hakikat rejimine her cepheden olumsuz davranmak! Kuru bir cephe alıştan bahsetmiyorum. Onu çözerek karşı duruşun sergilenmesi gereğini belirtiyorum. Sadece iktidar ağlarına karşı değil, sömürü odaklarına karşı da ancak bu odakların her yerinde karşılarında anlamlı direniş ve topluluk inşa çabaları geliştirilirse, sistem püf noktasından yakalanmış ve çözülmeye başlanmış olacaktır. Tüm toplumsal inşalar zihniyet ürünüdür. Söylenenin aksine, eller ve ayaklar toplumu inşa etmez. Öyle olsaydı, karşımızdaki dünya bambaşka olurdu. Tarihin tüm önemli olayları, gelişme süreçleri ve yapılanmaları etkili zihniyetler ve iradelerinin eseri olarak ortaya çıkmışlardır. Marksist yöntemin en büyük hatalarından biri, devrimi zihniyet alanlarında yoğunlaştırmadan, yeni toplumsal inşayı günlük baskı ve istismar altındaki proleterden beklemesidir. Marksistler proleterin yeniden fethedilmiş köle olduğunu görememişlerdir. ‘Özgür işçi’ safsatasına bizzat düşmüşlerdir. Diğer hatalarla birlikte bunun sonuçları bilinmektedir.

O halde insanlığın bilimsel kazanımlarına da anlam vererek kazanmamız gereken zihniyet nasıl olmalıdır?

Bu soruya daha açık yanıt vermek için öznellik ve nesnellikten kaynaklanan, ama sonuçta aynı kapıya varan iki zihniyet duruşunu daha derinliğine deşifre etmeliyiz.

Birincisi, nesnelliğin, çokça iddia ettiği gibi, doğa ve toplum yasalarının olduğu gibi ifadesi olmadığıdır. Derinliğine araştırılır ve fark edilirse, nesnel yasallılığın eski ‘tanrı sözü’ deyiminin modern biçimi olduğu görülecektir. Bu nesnellikte hep doğa ve toplumu aşan güçlerin sesi yankılanır. Daha da deşilirse, bu sesin zorbanın ve istismarcının hâkimiyetinden kaynaklandığı anlaşılır. Nesnel zihin ve duyduğu sesler düzeni, uygarlık sistemleriyle yakın bağlara sahiptir. Bu sistemlerce terbiye edilmişler ve kulağa aşina kılınmışlardır. Nesnelerden yeni bilgiler kopartılsa dahi, bunlar anında sistemin yerlerine eklemlenirler. Her yeni buluşun, teknik sistemdeki sahiplerince ya önceden ya sonradan binbir bağla bağlandıklarını iyi görmek gerekir. Aksinde ısrar edilirse, Âdem’den İbrahim’e, Mani’den Hallac-ı Mansur’a, Saint Paul’dan Giordano Bruno’ya kadar gelen tarihsel örneklerinde gördüğümüz gibi sistem tanrılarının gazabına uğratılırlar. Nesnel olma gerçeğe ve adalete yakın durduğunda binbir düşmanla karşılaşır. Nesnel olma eğer gerçekten algının, gönül gözünün gördüğü şeyse çok değerlidir; özgür yaşam değerine bağlandığında gerçek bilgeliğe de götürür. Ama bunun için Hallac-ı Mansur ve Bruno gibi düşünce savaşçısı olmayı göze almak gerekir.

Bilimsel yasalar açısından nesnellikten iki yönlü sonuç çıkarılabileceğini özenle bilmek gerekir. Hangisinin kurulu hâkim sistemin, hangisinin gerçeğin yansıması olduğunu bilmek büyük uğraş ve direniş gerektirir. Daha çok analitik düşünceye ait olan nesnel düşünce tarzı duygusal zekâ kaynaklı anlık sezgisel düşüncelerle bağıntılı kılınmazsa, tarihte ikinci bir dinozor rolünü oynayacaktır. Atom bombasını doğuran canavar, kapitalist modernitenin analitik düşünce yapısıyla teçhiz edilmiş eski Leviathan’ın yeni versiyonudur. Bahsettiğimiz olumsuz tablonun sorumlusu da bu yeni versiyondur. Ulus-devlet biçimindeki maskesiz yeni tanrıyı incelediğimizde, nesnel analitik düşüncenin neye kadir olduğunu daha yakından göreceğiz.

Nesnelliğin karşı kutbunda yer tutan öznellik, gerçeğe içgörüyle, nesnesiz spekülasyonlarla varılacağı iddiasındadır. Bu, Eflatunculuğun bir biçimidir. Kendi başına bırakıldığında, nesnellik gibi yanılma ve saplantı yönü hemen açığa çıkar: Gerçek duyumsandığı, hissedildiği kadardır. Bu bir yönüyle varoluşçuluğa kadar varır. İnsanı kendini yarattığından ibaret sayar. Adına birçok düşünce ekolü kurulmasına rağmen, nesnellik gibi sistemde yer almakta geride kalmaz. Doğa ve toplum anlayışında ‘sübjektivizme’ (obje inkârcılığı) düşmesi, bireyciliğin güçlü dayanağı olmasına götürür. Modernitenin bireyini egoist yapan anlayış, öznelcilikle yakından bağlantılıdır. Bunun sağlıklı ‘ben’ yerine bencilliğe yol açması, tüketim toplumuna götüren temel güdümlenime bağlanır.

Öznellik ‘ne kadar benlik, o kadar hakikat’ saplantısından da sorumludur. Kapitalist sistem bu düşünce yapısına çok şey borçludur. Başta edebiyat olmak üzere, sanat alanına yansıtılan bu düşünce tarzı sanal dünya yaratımıyla sonuçlanmıştır. Sanat endüstrisi aracılığıyla tüm toplumu etkisi altında tutarak, sisteme muhtaç olduğu meşruiyeti katmanlı olarak sağlar. Toplum anlık olarak sanal bir dünyanın bombardımanı altında tutulup, öz düşünüm olanağını hep yitirmeyle karşı karşıya bırakılır.

Hakikat bir simülasyon (kopyalama) dünyasına indirgenir. Asıl ve kopya arasındaki ayrımın anlamı kalmaz.
Bir içgörü olarak öznelliğin olumlu yanı, duygusal düşünce ile daha yakından bağlantılı olmasıdır. İçgörüde his ve sezgilerle keşfetme güçlü bir yandır.

Tasavvuf ve Ortadoğu bilgeliğinde, içgörü yöntemiyle doğa ve toplum bütünlüğü yakalanmaya çalışılmıştır. Bunda epey de mesafe alınmıştır. Halen güçlü bir kaynak olarak işlevsel kılınabilir. Batının nesnelciliğine karşı Doğunun öznelciliği doğaya ve topluma ahlaki yaklaşımda üstün bir konuma sahiptir. Öznelcilik de, nesnelcilikte olduğu gibi kendini tanrının sesi olarak yansıtma hastalığına sıkça düşmüştür. Bu yönüyle ikisi birleşir. İçsel ve aşkınsal tanrı, doğa ve toplum yaklaşımları bu yönleriyle sistemlerin maskeli ve maskesiz tanrıları durumundaki örtük ve çıplak krallıklara hizmet aracına dönüşmekten, eklemlenmekten kurtulamazlar.

Günümüzde, daha doğrusu kapitalist modernitede nesnelcilik pozitivist okul ve üniversite kurumlarıyla, öznelcilik ise her türlü ruhçuluk ve dincilik kurumlarıyla sağlam yer tutup iki yönden meşruiyet üretirler. Birer hakikat yönteminden, rejiminden çok, sistemin yağdanlığı rolünü oynarlar. İktidar ve istismarın meşrulaştırıcı kadro ve kurumları olarak, çıplak zor ve sömürü kurumları kadar işlevselliğe sahiptirler. Bir kez daha karşımızda ‘iktidar hakikattir’, ‘bilim güçtür’ deyişiyle bütünleşen sistem güçleri söz konusudur. Hakikat arayışı, ‘şirket’ olarak da değerlendirebileceğimiz sermaye-bilim-siyaset üçgeninde somutlaşan oyunun adıdır. Bu oyunun dışında her hakikat arayışı ya sistemin düşmanıdır, yok edilir, ya da içlerine çekilerek eritilmeye çalışılır. Anlamın büyük yitimi karşısında maddi uygarlığın en gelişkin aşamasıyla kuşatılmış bulunmaktayız. Sermaye-bilim-politik güç çemberinden kurtuluş nasıl sağlanacaktır? Nietzsche’den Michel Foucault’ya kadar özgürlük filozoflarının cevabını aradığı bu soru kolayca cevaplandırılacak cinsten değildir. Modernite karşısında ‘iğdiş edilmiş toplum’ ve ‘insanın ölümü’ yargılarına giden bu filozofları anlamak gerekir. Ölüm kampları, atom bombası, etnik temizlik savaşları, çevre yıkımı, kitlesel işsizlik, yaşamın aşırı sıkışması, kanserde artış, AIDS türü hastalıklar bu yargıları doğruladığı gibi, karşı hakikat arayışlarını da o denli ivedi ve gerekli kılmaktadır.

Bir kez daha belirtmeliyim ki, büyük muhalif kuramlar olarak değerlendirilen bilimsel sosyalizm, sosyal-demokrasi ve ulusal kurtuluş akımları, modernitenin mezhepleri olarak çoktandır yerlerini belli etmişler ve rollerini oynamışlardır. Birçok postmodern arayışın kılık değiştirmiş modernist düşünce akımları oldukları da kavranmaktadır.

Sistemler zirvedeyken çözülmeye başlar ve düşüşe geçerler. 1970’ler kapitalist modernitenin düşüşe geçtiği dönemi ifade eder. Yöntemde de gözden düşme ve parçalanmanın kendini gündemleştirdiği dönemdir. Ekolojik düşüncenin, feminist akımların, etnik-kültürel hareketlerin devreye girmesi bu dönemle bağlantılıdır. Bilimsel yöntemin parçalanışı, başka dünyaların mevcudiyetini ve özgür yorumun değerini ortaya çıkarmıştır. Kaotik olarak da yorumlayabileceğimiz bu dönemi algı zenginliğiyle karşılamak ve farklı zihniyet gruplarını kendi somutlukları dahilinde iktidarın her odağında bir direniş odağı olarak görmek büyük önem taşır.

Tarihsel dönemin yeni değişik yöntemler ve hakikat kurgulamaları açısından verimli olduğunun tespiti, toplumun topluluklar düzeyinde yeniden inşa edilme şansını arttırmaktadır. Özgürlük ve eşitlik ütopyalarının inşa edilmiş toplumsal yapılanmalar halinde somutluk kazanmaları günün pratik görevleri mesafesindedir. Gerekli olan, girilen yolun bilimsel değeri ve özgürlük iradesinin gücüdür. Hakikat aşkının özgür yaşama yaklaştığı dönemden bahsediyoruz. Özdeyişimiz şudur: HAKİKAT AŞKTIR, AŞK ÖZGÜR YAŞAMDIR!

O halde hem yöntem, hem hakikat rejimi olarak aşkla özgür yaşamın peşine düşmeden ne gerekli olan bilgiye erişebiliriz, ne de yeni öncüllükler ve toplumsal dünyamızı inşa edebiliriz.

Hiç yorum yok: