1 Ocak 2010 Cuma

Leyla Zana ilk kez cezaevi yıllarını anlattı

OSLO - Norveç’te Oslo Freedom Forum tarafından düzenlenen “İnsanlığın asaleti ve özgürlüğün gücü” başlıklı konferansa katılan Leyla Zana, cezaevi yıllarını anlattı. Zana, o yılları anlatırken, “Sorgu odasındaydım. Hem tekme tokat dövüyor hem de soyunmamı istiyorlardı. Direniyor ve hücrede örtünmemin anlamsızlığını düşünüyordum. Direndikçe aldığım darbelerle kendimden geçiyordum…” dedi. İşte Leyla Zana’nın konuşmasının tam metni: “Dünyanın dört bir yanından gelerek bu konferansı onurlandıran siz, değerli katılımcılar, sevgili dostlar, Karanlık dönemlerin ışığı haline gelmiş değerli şahsiyetler, Huzurlarınızda İnsan Hakları Vakfı ve Oslo Özgürlük Forumu’nun birlikte düzenlediği bu konferansta emeği geçen herkesi selamlıyorum. İsimli isimsiz tüm çalışanlara da ayrıca şükranlarımı sunmak istiyorum. Böylesine kapsamlı ve nitelikli bir konferansta, görüşlerime ve şahsımda halkımın gerçekliğine yer verdiğiniz için çok mutluyum. Sizlere, öncelikle teşekkür ediyorum. Kuşkunun karanlık saatlerini ve ruhun yalnızlık günlerini elbette çok yaşadım. Hem de hangi birini anlatacağıma karar veremeyecek kadar çok oldu… Hangisinden başlayabilirim ki? An geldi; yanı başımda mücadele arkadaşlarım katledildi. An geldi; mezar açmak durumunda kaldık. An geldi, parçalanmış cesetlerden bir insan bütününü aradık. An geldi; küçücük çocukların kanı aktı avuçlarıma… Bazen yine o anlık hissedişler sayesinde kıl payı ölümlerden döndüm. Ancak acılarıma acımadım. Dayanmak, direnmek ve mücadele etmek. Diğer tüm seçenekleri, mahkûm ettim. Geriye, sadece hiç tükenmeyecek umutlarım, insanlığa sevgim, zulme direncim, acıya sabrım ve özgürlüğe olan inancım kaldı. İşte o zamanlara dair bazı olayları, hücreme sığmayan umutlarımı sizlere gücüm yettiğince anlatmaya çalışacağım. Tarih: 26 Temmuz 1988. Yer: Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü Çevik Kuvvet hücreleri... Kapatıldığım hücre, bir metrekareden daha küçüktü. Minnacık cüssemle, iki büklüm olmama rağmen sığmıyorum. Penceresi yok. Gece mi? Gündüz mü? Farkında değilim. Kızgın Temmuz sıcağında sanki bir cehennem! Soluk almaya çalışıyorum anlaşılmaz bir çabayla. Ancak nafile! Olmuyor! Yetinmek zorundayım, dikine duran tabut misali hücremdeki umutlarla... Başka çarem yok! Bitişik hücrelerden gelen çığlık ve feryatlar, gökyüzünü yırtıyor adeta. Bir ara, keten pabuçlarımı yastık yaparak, upuzun eteğimle örtündüm anlamsızca. Ve sonra uyumak istedim; geçmişi ve az sonra başıma gelecekleri düşledim bir bir. Çekilmedik ne kalmıştı ki faşizmden, insanlıktan yana? Rejimin adı ne olursa olsun, kılıktan kılığa girip milyonları yutmamış mıydı canavarca? İşte bu kez de kolları Kürdistan’da... Türkiye’de... Anayasal adı; demokratik hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin ideolojik yapılanmasına da sızmıştı ustaca. Uyur gibi görünse de asla uyumazdı. On yılda bir görünür ve toplumun özellikle muhalif unsurlarını, bazen yutar, bazen de bir silindir gibi ezer geçerdi... 12 Eylül 1980 sabahı, bir kez daha göründü. Henüz on dokuz yaşında ve hamileydim. Kapı çalınır gibi olmuştu ki, daha açmaya fırsat bulamadan, içeriye doluşan askerlerin soğuk namlularını ensemde hissettim. Göğsüme dayanan silahtan, kıpırdamaya dahi imkân bulamamıştım. Bir yandan ağır hakaretlere uğruyor, diğer yandan da ev didik didik aranıyordu. Türkçe bilmediğim ve okuryazar da olmadığım için, ne olup bittiğini soramıyordum. Konuşmalarda sürekli eşimin adı geçiyor ve ben de bundan onun arandığını, anlayabiliyordum sadece. Evde korkudan öte, öfkeli bir tedirginlik yaşıyordum. Korunacak, sığınacak ve güvenecek hiç bir yer yoktu. Ama evde de kalamazdım. Kalmamalıydım. Yapmam gereken tek şey, bir an önce evi terk etmekti. Kısa sürede Diyarbakır`ı terk ederek köy köy dolaşmaya başlamıştım. Gittiğim her köy, bir kez de gelişimle panikliyor. Gizleseler de hissediliyordu. Köyde otantik gelenekler ne ise, ben de onu yapıyordum. Kırk yıllık tütün emekçisi gibi tütünleri ipe dizdiğimi ve parmaklarımın, bir yanık misali su topladığını hâlâ anımsarım. Artık bir kaçaktım. Üstelik nereden, kimden ve neden kaçtığımı da bilmiyordum. “Ben Kürdüm. Bu ülkede Kürt halkının varlığı kabul edilmelidir” diyen ve bunun demokratik mücadelesini veren herkes sistemin nazarında suçluydu. Ben, bunu bile söyleyemiyordum. Hem dil bilmediğim için söyleyemezdim hem de ve daha doğrusu, ne olduğumu da bilmiyordum. Kürtçe konuşan, Kürtçe ağlayan, gülen ve ninniler söyleyen, kendine ait olmayan bir Kürt... Bir Kadın... Henüz kendi sorumluluğunu dahi taşıyamayan bir insandım sadece… Ben kimim? Kürt olmanın hakları ne? Halk, Ulus, Ezen, Ezilen, Faşizm, Kapitalizm, nedir? Sosyalizm, Komünizm ne demektir? Yanıtsız sorularımdan sadece bir kaçıydı; ancak buna rağmen, ben de bir suçlu gibi aranıyor ve aptalca kaçıyordum. Zaten darbe falan olmasa da demokrasi böyle işliyordu bu ülkede. Kendine has ve evrensel değerlerden kopuk bir demokrasi Türkler... Ve Kürtler... Birlikte kurmuş olsalar da devleti, adı, 1923`lerde Türkiye Cumhuriyeti olan devlet de Kürt; özgün kimliği ile bir Kürt olamazdı. Bu nedenle Kürt kanıyla ama Kürtsüz kurulmuş ve öyle de gitmeliydi Cumhuriyet. Zaten Kürtler, sadece Türkiye`de de yaşamıyorlardı. Irak, Suriye ve İran`a paylaştırılmış ve her coğrafyada benzer yöntemlerle yok sayılmış, yok edilmeye çalışılmıştı. Öyle ki, İran’ da hâlâ insanlar her özgürlük talebine karşılık kendilerini darağacında bulabiliyorlar. Suriye’de ise; Kürtler bırakın Kürt kimliğini Suriye vatandaşlığına bile sahip değiller. Kürt olmak potansiyel bir suç, Kürtlerin haklarını savunmak ise, “vatana ihanet”! Çünkü bu vatan, öncelikle Türklerin ve daha sonra kendini Türk sayanların vatanıydı. Böyle buyuruyordu devlet, anayasa ve yasalarında. Bu nedenle ben de “ihanete” aday bir suçluydum. Pek de yanlış değildi bu yaklaşım. Çünkü bir 12 Eylül kaçışında başlayan ve vatana “ihanete” gidecek olan uzunca bir yolun, geri dönüşsüz yolcusuydum artık!.. Hücrem, bu uzun yolda umutlarımı sığdıramadığım bir ara duraktı benim için. Düşlerimden aldığım dirençle, sistemi, bir kez daha ve sil baştan sorgularken, açılan kapı gürültüsüyle irkildim. Belki de uyandım? Birkaç mislim olan iki polis, önce ellerimi arkadan ve sonra da gözlerimi sıkıca bağladı. “Yürü, sorguya”. Sorgu odasındaydım. Hem tekme tokat dövüyor hem de soyunmamı istiyorlardı. Direniyor ve hücrede örtünmemin anlamsızlığını düşünüyordum. Direndikçe aldığım darbelerle kendimden geçiyordum. Kendime geldiğimde çırılçıplak bir halde tazyikli su altında ve yara bere içindeydim. ”Konuş, konuş diyoruz sana, yıllardan beri cezaevleri kapılarında, insanları örgütlüyorsun. Nereye baksak sen varsın. Dün de kadınları sen örgütledin değil mi? Hangi insandan, haktan, Kürtten bahsediyorsunuz. Bu ülkede herkes Türk’tür. Bunu kavrayacaksınız. İçerdekileri de, sizleri de yakmak lazım. Saddam`ı görün, bize şükredin.” Ne söyleyebilirdim ki? Daha bir kaç ay önce 8 Mart`ta, Saddam Halepçe`de binlerce Kürdü bir çırpıda ve kimyasalla katletmemiş miydi? Oysa ben şimdi, 12 Eylül sabahında -ki sadece bir “ kadın” olan- ben değildim. Ne olup bittiğini biliyor, anlıyor ve kavrıyordum. Zihnimi çelen sorularım, yanıtsız değildi artık. Üstelik Saddam’la, Türkiye`yi Saddamvari yönetenler arasında, esaslı farkın olmadığını da biliyor, görüyor ve yaşıyordum. Bir çuval yük misali hücreme atıldığımda, düşlerim ve umutlarımla yeniden buluşmanın heyecanı vardı yüreğimde. İçim, içime sığmıyordu. Söyleyecek itiraf edecek bir suçum yoktu. Ama yine de suçluydum. Çünkü artık Kürt olduğumu söylüyor, insan hakkının ne olduğunu biliyor, halkımın, ulusların kendi kaderini tayin haklarını, “izm`lerin” pek çoğunu biliyordum. Ve en azından düzeni sorguluyordum. Kendimi tanımaya başladıkça ve tanıdıkça, insanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağına indiğimi gördüm. Ulusal, sınıfsal, cinsel, dinsel ve yaşama dair bütün eşitsizliklerin; bence sorgulanamayan gizemini çözmüştüm artık. Kapı, büyük bir gürültüyle, bir kez daha açıldı. Gelen, yine onlardı. İğrenç gülüşleri, olacakları anlatıyor ve ne yapacaklarını biliyordum. Buna rağmen ellerimi ve gözlerimi sıkı sıkı bağladılar. Fiziksel karşı koyuşlarım, yumruk darbeleriyle kırılıyor, ayaklarım ve ellerimin, bedenimden koptuğunu sanıyordum. Çırılçıplaktım. Vücudumun farklı bölgelerine yerleştirilen tellerin, yüklenecek elektrik akımıyla beni bir an için de olsa, düşlerimden ve umutlarımdan uzaklaştıracağını biliyordum. Gidip gidip geliyor ve umutlarıma sıkıca sarılıyordum. İlginç, tuhaf ve komik sorulara muhataptım. “Söyle bakalım bu şifre kime gidiyordu. Şifre dedikleri şey; Diyarbakır Cezaevi’nden gelen nottan başka bir şey değildi. O notta: “Leyla paltomu yıkadım, astar kumaşa renk verdi. Kuru temizlemeye götür. Leke çıkarsa bana getirirsin, çıkmazsa getirmene gerek yok.” yazılıydı. Gerçekten yıkanmış ve lekelenmiş bir paltoydu. Bu masum isteğin bir suç ve “ihanet” belgesine dönüşeceği nereden bilinebilirdi ki? Ancak Emniyet, bu notta geçen sözcüklerin şifre olduğunu iddia ediyor ve bende bu yüzden, ha bire işkence görüyordum. Aslında alışkındım işkencelere, aşağılanmaya, horlanmaya ve zulüm olan ne varsa; bana yapılmış veya yapılmamış, hiç önemli değildi. Çünkü halklara, halkıma ve hatta erkek ya da kadın, siyah veya beyaz, dili, dini, cinsi, rengi, ırkı ve inançları ne olursa olsun, insanlığa yapılmış ne varsa kötülük adına, hep kendimi gördüm o acılar da... Bana yapılanlara öfkelenmek ya da kin duymak yerine değişim ve dönüşüme daha çok ihtiyaç duydum. Daha büyük bir azim ve kararlılıkla mücadele çıtamı yükselttim. Ütopik olmayan bu hayallerimin bir gün gerçekleşeceğine olan inancımı asla yitirmedim. Yaşadıklarım, elbette hiç yaşanmayan türden işkenceler değildi. Milyonlarca insan geçmişti bu tezgâhlardan ve hatta daha beterinden. Üstelik ülkemde yaşanan savaşta; Türk, Kürt, asker veya gerilla, her gün onlarca insanı yitiriyorduk ve hala yitiriyoruz. Kadınlar dul, çocuklar öksüz ve en çok da yüreği ateşte kaynayan kazan misali analar… Aydınlar, yazarlar, gazeteciler, politikacılar yargılanıyor, tutuklanıyor ve hatta faili devlet olan cinayetler ve sokak infazlarıyla öldürülüyor. İnsanların ana dilleriyle eğitim yapmalarının, kültür ve tarihlerini araştırmalarının, ulusal kimlik farklılıklarını koruyarak geliştirmelerinin, kendi geleceklerini özgür iradeyle belirlemelerinin, birlikte yaşarken yönetimde söz ve karar sahibi olmak istemelerinin, kime, ne zararı olabilirdi ki? Peki, dünyada yaklaşık 40 milyonluk bir nüfusa rağmen yasal, ulusal veya uluslar arası hiçbir statüye sahip olmadan yaşayan bir başka halk var mı? İşte Kürt halkı da sadece ama sadece onurlu bir yaşam için verdiği mücadelenin ne yazık ki, yirmi beşinci savaş yılında... Bütün isteklere, çabalara rağmen, barışa giden yol ve kanallar açılmıyor, Hücreme sığmayan umutlar, şimdi bir başka zaman ve mekânda... Tarih:27 Şubat 1998. Yer; Ankara Merkez Kapalı Cezaevi. İhanete giden uzunca yolda bir başka durak. Bu dönemin hukuksal statüsü mahkûm, siyasal statüsü tutsaklık idi.;” Bu kez, 15 yıl ağır hapis cezası almış; hükmen PKK’li ve tescilli bir terörist ! Bir vatan haini! Eşkıya (!) ya da bölücüyüm! Zaten Kürtler tarih boyunca hep böyle anıldılar. Kürt halkının demokratik haklarının tanınmasını istemek,terörizimdir,eşkıyalıktır! Öyle buyuruyor devletin anayasa ve yasaları... Üzülerek söylemeliyim ki, Kürtlerin her hak arayışında karşılaştığı bu incitici tanımlamalar, dünyanın resmi söylemi haline de geldi, gelebiliyor… Aradan yıllar geçti. Dünyada pek çok şey değişti, soğuk savaş da bitti. Duvarlar, bloklar yıkıldı. Bir çok halk özgürleşti. sınırlar kalktı. İnsan hakları, demokrasi, barış gibi kavramlar sorunlu ülkelerin değil; tüm insanlık âleminin sorunu, ilgisi ve sevdası haline geldi. Dünya, uygarlık, teknoloji ve yaşamı kolaylaştıran her şey; harikalar yaratan küçücük ekranlarla evlere, ofislere girdi. İnsanlık, dünyaya sığmaz, gezegenlerde hayat arar oldu. Ve bizler; dünyanın dört bir yanından “insan hakları” için bir araya gelen bir avuç insan... Birbirimizi hiç tanımıyoruz, farklı ülkelerden yola çıkarak bu platformda buluştuk. Kimliklerimiz, inançlarımız, zevklerimiz, ve acılarımız farklı; gülüşümüz, sevincimiz, rengimiz de… Ama hiç farklı düşünmediğimiz, biricik şey var: binlerce ve hatta milyonlarca yüreği, tek yüreğe dönüştüren biricik şey; özgürlük, insan hakları ve demokrasi... Ve hiç tükenmeyecek umutlarımız var: Barışa, özgürlüğe, demokrasiye ve onları omuzlayacak, gençlere, yarınlara dair… Sevgili dostlar, Şimdi hücrelerden alanlara akan bir başka zaman ve mekâna götürmek istiyorum sizleri; Tarih: 21 Mart 2009 Yer: Diyarbakır Newroz Alanı Hücrelerden iniltiyle çıkan feryatlar,milyonların barış çığlığına dönüşerek meydanlardan taşıyor. Kaçak hayatlardan yasal kimlik arayışına uzanan parçalanmış ve örselenmiş yaşamlar özledikleri hayatı Newroz’da arıyor. Yasaklara rağmen süren toplumsal bilinç patlaması beni heyecanlandırıyor. Kürt halkının özgürlük talebi hem Türk halkını hem de bir bütün olarak Türkiye toplumunu pozitif etkileşimle değiştiriyor. Aynı azim, cesaret ve örgütlülük yasaları da değişime zorluyor. Çünkü artık Türkiye’de hem toplum yasaları hem de yasalar toplumu zorluyor. Bu kısır döngüden ancak halklar kazanımla çıkabilir. Çıkmalıdır… Değerli katılımcılar, Beni dinleme nezaketini ve sabrını gösterdiğiniz için hepinize ayrı ayrı teşekkür ederim. Bilmenizi isterim ki; üzerime kara bulutlar gibi çöken karanlıkların, bazen bir mum ışığı ve bazen de gün ışığı parıltısında aydınlandığını görüyorum. Zaten yaşama dair hiçbir karanlığın, kalıcı olmadığına yürekten inanıyorum. Tıpkı saati geldiğinde, gecelerin tükenip karanlığı dağıtan güneşin doğuşu gibi... Bu duygu ve düşünceler ışığında saygılarımı sunuyorum."

Hiç yorum yok: