1 Ocak 2010 Cuma

Bağımsız Kosova’nın ve Kurdistanin Düşündürdükleri

İsmail Beşikçi Tarih: 3 Mart 2008 Pazartesi 17 Şubat 2008 de, Kosova bağımsızlığını ilan etti. Böylece Balkanlar’da, Arnavut milletine dayalı ikinci bir devlet ortaya çıktı. Kosova’nın bağımsızlığı, başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere, Almanya, Fransa, İtalya, İngiltere gibi Avrupa Birliği üyeleri tarafından hemen tanındı. Türkiye’de Kosova’yı hemen tanıyan devletler arasında yer aldı. Uluslar arası toplumda, Kosova’nın bağımsızlığına karşı çıkanlar, Sırbistan, Rusya Federasyonu, Çin, Kıbrıs Rum Devleti, Yunanistan, İspanya, Romanya, Slovakya, Azerbaycan gibi devletler oldu. Bu devletlerin hepsinde de etnik sorunlar olduğu biliniyor. Kosova, Yugoslavya’ya bağlı bir özerk bölgeydi, federe devletlerden biri değildi. Ayrılma hakkı yoktu. Bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkması bu bakımdan da dikkate değer. Bu olay bizde, uluslar arası ilişkilerin nasıl geliştiğine, hangi ilkelere, güçlere dayalı olarak geliştiğine dair bazı düşünceler uyandırmaktadır. Bunları dile getirmeye çalışacağım. 1990’larda, Kürtlerde milli hareketin gelişmesi ve yoğunlaşmasıyla, Türk basınında, “her millete bir devlet gerekmez” yollu, yorumlar ifade edilmeye başlandı. Köşe yazarları, yazılarında, sık sık bu yollu düşünceler açıklıyorlardı. Ama, örneğin, Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’ya Arap milleti için 22 devlet kurulduğuna hiç değinilmedi. Bunlar içinde nüfusu 80 milyon olan Mısır da var, 500 bin civarında olan Cibuti de var. “Her millete bir devlet gerekmez” yazılarında, bu konu hiç gündeme getirilmedi. Kosova’nın bağımsızlığı da, 1990’ların sonlarından itibaren, daha doğrusu, Yugoslavya’nın dağılmasından itibaren, konuşulmaya, tartışılmaya başlandı. Slovenler, Hırvatlar, Makedonlar, Bosna-Hersek (Boşnaklar), Karadağlılar, kendi devletlerini kurarken, Kosovalı Arnavutların da bir devlete sahip olmaları, doğal karşılandı. Zaten, “Her millete bir devlet gerekmez” sözü, sadece Kürtler için söyleniyordu. Bu sözün Kürtlerin aklını çelmek, zihnini bulandırmak, Kürtleri oyalamak gibi bir işlevi vardı. Hangi kavramlarla ifade edilirsen edilsin, devletçi bir görüş olduğu, devleti gözeten bir görüş olduğu açıktır. 1990’larda Sovyetler Birliği dağıldı. 16 bağımsız devlet ortaya çıktı. Yine aynı dönemde, Yugoslavya dağıldı, 7 bağımsız devlet ortaya çıktı. Çekoslovakya, Çek Cumhuriyeti ve Slovak Cumhuriyeti olarak ikiye bölündü. Bu yıllarda, yani 1990’larda, İndonezya’nın Doğu Timor bölgesinde, Gusmao Hanana önderliğinde yeni bir devlet kuruldu. Ulusal kurtuluş hareketinin lideri Gusmao Hanana, cezaevinden çıkarıldı, devletin başına geçti. Bu oluşumların hiçbirinde, “Her millete bir devlet gerekmez” diye bir görüş ifade edilmedi. Ama, Kürtler, özgürlük duygularını, istemlerini dile getirdikleri zaman, “her millete bir devlet gerekmez” sözü hemen ortaya çıkıyor. Kürtler bu çabalarından dolayı eleştiriliyor, bazen, milliyetçilik yapmakla, ırkçılıkla suçlanıyor. Bugün Filistinli Araplar da bağımsız devletlerini kurmaya çalışıyorlar. Bunun için İsrail devletiyle görüşmeler yapıyorlar, çeşitli yollarla mücadelelerini sürdürüyorlar. Ama, hiç kimse, hiçbir kurum, Filistinlilere, “İsrail Devleti’nden ayrılmayan, İsrail’le, Musevilerle birlikte yaşayın…” demiyor. Böyle söylemek hiç kimsenin aklından geçmiyor. Filistinli Arapların bağımsızlığı, yani 23. Arap devleti çok doğal karşılanıyor. Bu görüş sadece, “Her millete bir devlet gerekmez” sözüyle ifade edilmiyor. Bu görüşü destekleyen, bu görüşle birlikte ifade edilen başka görüşler de var. “Her türlü milliyetçilik kötüdür, ezen milliyetçilik de kötüdür,. Ezilen milliyetçilik de kötüdür.” “Ulus devlet öldü.” Kürtlere deniyor ki, “Ulus devlet öldü, artık sınırlar kaldırılıyor, sizin yeni sınırlar için çabalamanız çağa aykırı bir gelişmedir. Ulus devlet öldüyse, ölüyorsa, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, 16 bağımsız devlet nasıl ortaya çıktı? Ermenistan, Gürcistan, Azerbaycan, Ukrayna bağımsızlıklarını elde etmek için, yoğun bir çaba içine girmediler mi? Bu süreçte, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan bağımsızlıklarını nasıl elde ettiler? Orta Asya’daki Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlıkları, Türkiye’de de kutlanmadı mı? Bu devletlerin yetkilileri, gerek Türkiye’de, gerek bu ülkelerde bir araya geldikleri zaman, “yeni devletlerdin bağımsızlıkları sonsuza kadar devam etsin” törenlerine katılmadılar mı? Litvanya, Estonya, Letonya bağımsız devletler olduktan sonra Avrupa Birliği’ne katılmadılar mı? Çekya’da ve Slovakya’da, Slovenya’da böyle olmadı mı? Moldova’da, Beyaz Rusya’da benzer süreçler yaşanmadı mı? Bu yeni devletler, 1990’larda, Kürtlere karşı sık sık, “Ulus devlet öldü”, “Her millete bir devlet gerekmez”, “Milliyetçilik kötüdür ezen milliyetçilik de kötüdür, ezilen milliyetçilik de kötüdür” görüşleri ifade edilirken gerçekleşti. Kürtlere önerilen ise, kardeşliktir, birliktir, bütünlüktür. Halbuki, kardeşlik, koşullar, halklara aynı olanakları sağlıyorsa gerçekleşebilir. Örneğin Filistinli Araplarla Museviler arasında kardeşlik, ancak, Filistin devletinin kurulmasıyla gerçekleşebilir. Filistinli Araplar İsrail egemenliği altında kaldıkları sürece böyle bir “kardeşlik”in oluşması olanaklı değildir. Kıbrıs’ta, Rumlarla Türkler arasında “kardeşlik”in kurulup gelişmesi, ancak, fiilen varolan Kuzey Kıbrıs Türk Devleti’nin, Rumlar ve Yunanistan tarafından ve uluslar arası toplum tarafından tanınmasıyla gerçekleşir. Bu, Kürtler için de elbette böyledir. Arap, Fars ve Türk yönetimlerinin müştereken baskıladığı bir ortamda, Kürt-Arap kardeşliğinin, Kürt-Fars kardeşliğinin, Kürt-Türk kardeşliğinin gerçekleşmesi mümkün değildir. Kişi olarak milli hakları konusunda mücadele eden, bedel ödeyen halkların bu isteklerinin önüne, devlet terörüne dayalı engellerle çıkılmaması gerektiğini düşünüyorum. Uluslararası toplum, nüfusu 600 bin civarında olan Karadağ için, nüfusu 500 bin civarında olan Cibuti için, 2 milyon civarında olan Kosova için kendi geleceğini belirleme hakkını onaylarken, Ortadoğu’da, 40 milyonu aşkın Kürtler için, neden böyle bir hakkın gündeme gelemediği veya, Kürt isteklerinin neden karşılanmadığını düşünmek durumundadır. 19. yüzyıl sonlarında, dünyada, Büyük Britanya, Fransa, Almanya, İtalya, İspanya, Portekiz, İsveç, Hollanda, Belçika, Rus İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu, Yunanistan, Amerika Birleşik Devletleri, Arjantin, Venezuela, Brezilya, Bolivya gibi 20 -22 civarında bağımsız devlet vardı. Bu sayı bugün 200’ün üzerindedir. 2004 Atina Olimpiyatlarına 204 devlet katılmıştı. Bu devletlerin 193’ü Birleşmiş Milletler’in de üyesidir. Ulus-devlet öldüyse arka arkaya yeni devletler nasıl ortayla çıkıyor? Kürtlere, “Ulus-devlet öldü”, “Her türlü milliyetçilik kötüdür”, “Her millete bir devlet gerekli değildir” öğütleri ve telkinleri yanında dördüncü bir telkin daha yapılmaktadır. “Eğer milliyetçilik yaparak ilerlerseniz siz de Türk devleti gibi ırkçı-milliyetçi bir devlet olursunuz.” Yani, Kürtlere, “Türk devlet anlayışı, nasıl Kürtleri inkar eden, asimilasyona dayalı bir politika yürütüyorsa, siz de böyle bir politikayı , örneğin, Asuri-Süryanilere, Ermenilere karşı yürütürsünüz. Bu görüşler, bu düşünceler, bu telkinler insanı şaşırtıyor. Halbuki, Kürtlerden gerek dinsel gruplara karşı, gerek etnik gruplara karşı bir tehdit gelmesi, Kürtlerin, bu grupları asimile etme gibi bir politika izlemeleri olanaklı değildir. Kürtlerin böyle bir niyete sahip oldukları kanısında değilim. Kürtlerin, Ezidi Kürtleri ve Alevi Kürtleri Müslümanlaştırmaları, asimile etmeleri, Asurileri, Ermenileri asimile etme gibi, bu kimlikleri inkar etme gibi politika izlemeleri de mümkün değildir. Kürtleri böyle bir niyetleri olmadığı da açıktır. Kürtlerin, Arapları, Acemleri, Türkleri asimile etme gibi bir amaca sahip olmaları da söz konusu değildir. Kürtleri, şimdiye kadar bilinen, izlenen tutumlarından böyle bir sonuç çıkarmak mümkün değildir. Türk milliyetçiliği ve Kürt milliyetçiliği şüphesiz aynı şey değildir. Bu iki milliyetçilik aynı kaynaktan beslenmiyorlar, ayrı ayrı kaynaklardan besleniyorlar. Türk milliyetçiliği, “asimile ederim,ezerim, yok ederim, ben üstün bir ırkım/milletim” diyor. Kürtler ise, böyle bir baskıdan, zulümden kurtulmanın mücadelesini veriyor. Kürtler, kendilerine karşı geliştirilen bu anlayışın, bu yaptırımların bilincine varmıştır, kendilerine karşı ne kadar haksız politikalar uygulandığının, ezildiğinin, incitildiğinin bilincine varmıştır. Kürtler, bu olumsuz koşullardan kurtulmak ve insani değerleri kazanmak mücadelesi içindedir. Kanımca Kürtlerde milliyetçi harekete dinamizm veren temel unsur budur. “Ben en büyüğüm, başkalarını da ancak ben yönetirim” anlayışı değildir. Ezilmekten, horlanmaktan, aşağılanmaktan kurtulma çabalarının başkaları için tehdit olarak algılanması yanlıştır, kasıtlıdır. Türkiye’de, duygu ve düşünce olarak birbirine çok zıt gelişen bu iki süreç, yani, Türk milliyetçiliği ve Kürt milliyetçiliği aynı şeymiş gibi algılanıyor. Bu, resmi ideolojinin, Türk düşüncesini çifte standartlı bir hale getirmesiyle ilgilidir. 25 Şubat 2008 de, Diyarbakır’da görkemli bir serhildan vardı. Kadınlar, gençler, çocuklar, esnaf, yaşlılar…, çok büyük, kalabalık, heyecanlı bir kitle, ordunun sınır ötesi operasyonunu protesto ediyorlardı. Türk basını bu çok görkemli serhildana şöyle dil uzatıyor: “…çocukları da kullanıyorlar, çocukları kandırıyorlar, gösteride, çocukları ön plana çıkarmışlar.” Eğer bir intifadada, Filistinli çocuklar İsrail tanklarına taş atıyorlarsa, “Filistinli generaller, Filistin’in generalleri, Arafat’ın generalleri” oluyor. Kürt çocuklar Türk tanklarına taş atıyorlarsa, “menfur ideolojileri için çocukları bile kullanıyorlar” oluyor. Eğer Filistinli çocuklar, İsrail tanklarına taş atıyorlarsa, “çocuklarda bile böyle bir milli duygu gelişmişse, İsrail hemen bu işe çözüm bulmanın yolunu aramalıdır” şeklinde yorumlar yapılıyor. Eğer Kürt çocuklar Türk tanklarına taş atıyorlarsa, “çocukların körpe dimağlarını bile zehirliyorlar, çocukları kandırıyorlar…” deniyor. Polislerin, gösterilerden uzak tutmak için çocuklara şeker dağıtmalarını pozitif bir yöntem olarak değerlendiriyorlar. Çifte standartlı tavır, düşünce böyle bir şey… Şüphesiz çok çirkin, çok bayağı. Bütün bunlar, inkarcı ve imhacı tutum ve düşüncelerden kaynaklanıyor. Çatışmalarda bir asker yaşamını yitirdiği zaman, “yürekler yandı”, “göz yaşları sel olup aktı”, “henüz bir yıllık babaydı”, “üç ay sonra düğünü olacaktı”, ”terhisine iki gün kalmıştı” gibi sempati yaratıcı durumlar ifade ediliyor. On gerilla yaşamını yitirdiği zaman ise, onların anaları-babaları görmezden geliniyor. Onların analarına-babalarına eşlerine-çocuklarına vurgu yapmak bir tarafa, varlıklarından bile söz edilmiyor. Onlar tamamen yok sayılıyorlar. Bu dışlayıcılıkla, bu umursamazlıkla, bu kibirle, bu gururla “entegrasyon” denen süreç, “kardeşlik” denen ilişki nasıl gerçekleşecek? 25 Şubat’daki Diyarbakır serhildanında bir din hocası da elinde Kur’an’la yürüyordu. Türk basını bunu da, “din istismar ediliyor, din kullanılıyor” diye eleştirdi. Halbuki bu hoca, bu eylemiyle, şunu ifade etmeye çalışıyor olabilir: “Biz Kürtleri yok sayıyorsunuz, haklarımızı vermiyorsunuz, bizi Türkleştirmeye çalışıyorsunuz, bunların İslamiyet’le bir ilgisi yoktur, Kur’an’la ilgisi yoktur, Kur’an böyle şeyler yazmıyor…” Dinin, dinsel akımların tamamen devlet kontrolünde olduğu bir yerde, Kürtler tarafından geliştirilen bu din yorumunun tepki çekeceği açıktır. Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı Türk din adamları, “teröristin/gerillanın cenaze namazı kılınmaz” diye fetva veriyorlar. Böyle bir ortamda, Kürt din adamlarının, İslamiyet’i ezilen halklar açısından, barışçıl amaçlar doğrultusunda yorumlaması, egemenlerin tepkisiyle karşılaşır. Devlete, Diyanet kurumuna ağlı bu anlayış Kosova’daki Müslümanların bağımsızlığını savunurken, Kürt Müslümanlara karşı geliştirilen zulmü destekler, bu zulmü teşvik eder. 2003’deki Savaş Karşıtları, Canlı Kalkanlar Neredede? “Her türlü milliyetçilik kötüdür”, “Her millete bir devlet gerekmez”, “Ulus devlet öldü”, “Eğer milliyetçilikte ilerlerseniz, Türk devleti gibi, ırkçı, milliyetçi olursunuz” görüşleri yanında, bir tutuma daha dikkat çekmek gerekmektedir. 2003 yılı Şubat ve Mart aylarını hatırlayalım. ABD’nin Irak’a silahlı müdahale etmeye hazırlandığı günler. Bu müdahaleyi önlemek için yoğun bir savaş karşıtlığı vardı. Savaş karşıtları, canlı kalkan olarak Bağdat’a gidip savaşı durdurmak için eylem içindeydiler. O günlerde, Türk basını, televizyonlar, radyolar, gazeteler savaş karşıtlarının duygularına, düşüncelerine ve eylemlerine, canlı kalkanların, duygularına, düşüncelerine ve eylemlerine çok yer veriyordu. Bu sürece ilişkin haberleri, televizyonlar, radyolar, bazen birinci haber olarak veriyor, gazeteler manşet yapıyorlardı. “Savaş karşıtları Londra’da toplanıyorlar. Savaş karşıtları İstanbul üzerinden Bağdat’a gidecekler, orada canlı kalkan olacaklar” “Savaş karşıtları bugün Paris’e geçtiler. Yarın Viyana’da olacaklar.” “Viyana’da toplanan savaş karşıtları, canlı kalkanlar, İstanbul’da Türk arkadaşlarıyla bir araya geldiler. Kalabalık bir kitle İstanbul’da gösteri düzenledi, basın açıklaması yaptı.” “Savaş karşıtları Ankara’da, canlı kalkan olmak isteyenlerin sayısı gün geçtikçe artıyor.” “Canlı kalkanlar Adana’da” “Canlı kalkanlar Mardin’de” “Canlı kalkanlar Habur’dan Irak’a geçti” “Canlı kalkanlar Bağdat’ta” O günlerde savaş karşıtı olanlar çoktu. Canlı kalkan olmak için herkes birbiriyle yarışıyordu. Bir de bugünlere bakalım. 20 Şubat günü akşamı ordu sınır ötesi operasyon başlattı. 16 Aralık’ta hava kuvvetlerince yapılan ve sık sık gerçekleştirilen bombalamalar 20 Şubat’ta, ordunun, karadan yaptığı işgal harekatıyla yeni bir boyut kazandı. Devletin ve Türk medyasının savaş kışkırtıcılığı ise, aylardır, hatta yıllardır sürüyordu. 5 Kasım 2007’de, ABD’de, ABD Başkanı Bush ve Türk Başbakan Erdoğan arasında yapılan görüşmelerde, ordunun, sınır ötesi operasyon yapmasına yol vermişti. Kara harekatı, onbin askerin, onlarca savaş uçağının, helikopterin katıldığı gerçek bir savaştı. Burada ciddi bir soru da şu olmalıdır: 2003’deki savaş karşıtları nerede? 2003 de canlı kalkan olmak için birbirleriyle yarışanlar nerede? Demokratik Toplum Partiler, 4-6 Şubat 2008 günlerinde, Cudi’ye ve Gabar’a kadar gittiler, canlı kalkan oldular. Kasrik’de bir gece çadırlarda kaldılar. 28 ilden çıkan onbinlerce kişi Diyarbakır’da toplanmıştı. Binlercesi de Cudi’ye ve Gabar’a kadar gitmişti. Bu, barışı seslendiren, talep eden bir kitleydi. Bu geniş kitle içinde, 2003 de canlı kalkan olmak için birbirleriyle yarışanlar var mıydı? Kanımca yoktu. Bu olgu neyi gösterir? Türkiye’de, devletin onayını, hoşgörüsünü almayan hiçbir muhalefet hareketinin yaşama şansı yoktur. Muhalif olarak çabalarınızı yine de sürdürebilirsiniz ama bunu ancak risk alarak yapabilirsiniz. Örneğin, Demokratik Toplum Partisi gibi… Risk almadan, devletin onayını da almadan yürütebileceğiniz bir muhalefet hareketi yoktur. 2003 de savaş karşıtlığı veya canlı kalkan olma olayı, devletin hoşgörüsüyle hatta isteğiyle, teşvikiyle gelişen bir süreçti. Çünkü devlet, sonuçta Kürtlere yarar endişesiyle, ABD’nin Irak’a silahlı müdahalesini istemiyordu. 2008 deyse, savaş karşıtlığını, canlı kalkan olmayı, bir yığın risk alarak, ancak Demokratik Toplum Partililer yürütebildi. Bütün bunlar, uluslar arası ilişkilere, adalet, özgürlük, eşitlik, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi değerlerin değil, kaba kuvvetin, gücün egemen olduğunu göstermektedir. Evet, uluslar arası ilişkilere kaba kuvvet, güç yön vermektedir. Kaba kuvvet, devlet terörü, adalet, özgürlük, insan hakları, barış, eşitlik gibi değerleri boğmaktadır. Adalet, eşitlik, özgürlük isteyen halkların, bunlar için mücadele eden halkların bu tutumları “terör” olarak değerlendirilmekte, bu istemler için mücadele eden halklar, devlet terörüyle karşılaşmaktadır. Devlet terörüyle, bu mücadeleleri yürüten halklar etkisiz kılınmaya çalışılmaktadır. Kürt Sorunu Nedir? Kürtler, 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, çok ağır bir felaketle karşılaşmıştır. Dönemin emperyal güçleri Büyük Britanya ve Fransa, bunların Ortadoğu’daki işbirlikçileri, Arap, Fars ve Türk yöneticiler, Kürtlerin başına lanetli bir çorap geçirmişlerdir. Kürtler, üzerinde yaşadıkları coğrafyayla birlikte, bölünmüşler, parçalanmışlar ve paylaşılmışlardır. 1920’lerde, ulusların kendi geleceğini belirleme hakkını en çok konuşan Sovyetler Birliği’nin Kürt politikası da, dönemin emperyal devletleri olan, Büyük Britanya’nın ve Fransa’nın politikalarından hiç farklı değildir. Moskova’nın politikası da, Londra gibi, Paris gibi anti-Kürt bir politikadır. Ezilen, mazlum Kürt halkının değil, Kürt halkını ezenlerin yanında bir politikadır, Kürtleri ezenleri gözeten bir politikadır. Kürt Sorunu nedir? Bir defa dönemin, bilimin kavramlarıyla, siyasetin ve diplomasinin kavramlarıyla anlaşılması gerekir. Bu, çözüm önerilerinin, tasarımların dışında, çözüm önerileriyle bağlantılandırmadan, ayrıca yürütülmesi gereken bir çabadır. Bölünmenin, parçalanmanın, siyaset biliminin, uluslar arası ilişkilerin, sosyolojinin ve antropolojinin kavramlarıyla anlaşılmasında, kavranılmasında büyük yarar vardır. Bilime kimin ihtiyacı varsa o üretir. Bu dönemde, Kürtlere karşı geliştirilen politikaların açıklığa kavuşturulmasına başta Kürtlerin ihtiyacı vardır.. Bu çerçevede, 1920’li yılları inceleyen batılı akademisyenler, batılı üniversite öğretim üyeleri, özellikle İngiliz ve Fransız araştırmacılar, Kürtlere/Kürdistan’a ilişkin bölme, parçalama ve paylaşma süreçlerini dikkatlerden uzak tuttukları için eleştirilmelidir. Kürt sorunuyla ilgili incelemelerin bir eleştiriyle başlaması doğaldır. Çünkü Kürtler inkar ve imha edilen bir kalktır. Bu konudaki kirli siyaset Türkiye tarafından, dünyaya, dünyanın demokratik devletlerine de kabul ettirilmiştir. Bunun gibi batılı basın, batılı basın mensupları da eleştirilmelidir. Terör, terör diyerek devlet terörüne sınırsız destek veren, ama, temel toplumsal hoşnutsuzluklara hiç dikkat çekmeyen batılı insan hakları kurumları, hukuk kurumları da eleştirilmelidir. Batılı siyaset adamları elbette eleştirilmelidir. Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi gibi, NATO gibi kurumlar da öyle. Avrupa Konseyi’ne Avrupa’nın vicdanı denir. Kosova ve Kürdistan konusundaki farklı tutumların “Avrupa’nın vicdanı” anlayışıyla nasıl bağdaştırıldığı sorgulanmalıdır. Birinci Dünya Savaşı sürecinde ve savaştan sonra, 1919 Paris Konferansı’nda ve Milletler Cemiyeti döneminde Kürtlere karşı geliştirilen bu haksız politikanın bilincine varılmadan, Kürt sorunu anlaşılamaz. Bu dönemde Araplar da bölünmüştür. Ama, Arapların bölünmesiyle, Kürtlerin bölünmesi nitelik olarak çok farklıdır. Araplar da bölünmüş ama, Araplar, zamanla, ayrı ayrı bağımsız devletler olarak organize olmuşlardır. Bugün Basra Körfezinden, Fas’a kadar, 22 Arap devleti vardır. Kürtler ise, Kürt adı ve Kürdistan adı dillerden ve tarihlerden silinmek üzere bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır. Bu çok haksız politikanın uygulanması Kürt toplumunda çok ağır sonuçlar yaratmıştır. Bölünme, parçalanma ve paylaşılma, iskeletin parçalanması, beynin dağılması gibi bir durum ortaya çıkarmıştır. Asimilasyon politikaları, inkar ve imha politikaları, bu ortamı daha da ağırlaştıran bir süreç olmuştur. Toplum giderek kendine yabancılaşır bir hale gelmiştir. Milletler Cemiyeti döneminde, Avrupa devletlerinin çabalarıyla, 1920’lerde, Ortadoğu’da, bir statüko gerçekleştirilmiştir. Bu, Kürtleri/Kürdistan’ı bölüp parçalayan, statüsüz bırakan bir statükodur. Bugün bu statükonun aynen sürmesi, sürdürülmesi istenmektedir. Kürtler lehine olan değişikliklere, değişiklik istemlerine karşı çıkılmaktadır. Kosovalı Arnavutlar ve Kürtler konusunda geliştirilen politikalar bu bakımdan, dikkatlerden uzak değildir. Bugün bile pek çok Avrupa devleti örneğin, Fransa, İngiltere, Kürtleri Kürt olarak kaydetmemektedir, resmi belgelere Kürtleri, Türk olarak kaydetmektedir. Kürtlerin bu tutumla da mücadele etmeleri gerekir. Kürt Milliyetçiliğinin Temel Dinamikleri Kürtlerde milli hareket, milliyetçilik, bu olumsuz dayatmaların bilincine varmakla, gasp edilmiş insani değerleri aramakla başlar. Daha doğrusu milliyetçi harekete ezilmişliğin verdiği dürtüler yol verir. Kürtlerde milliyetçi hareket, “ben en büyüğüm, en asilim, en büyük, en asil olduğum için başka etnik grupları da ben yönetirim…” anlayışıyla gelişen bir süreç değildir. Kendisine karşı ne kadar haksız politikalar uygulandığının, ne kadar mağdur edildiğinin, ezildiğinin bilincine varmanın, kendisine dayatılan ırkçı yaptırımlardan kurtulmak ve insani değerlere kavuşmak için yapılan mücadelenin dürtüleriyle gelişen bir süreçtir. Bu bakımdan Türk milliyetçiliğinin hareket noktası ve amaçlarıyla, Kürt milliyetçiğinin hareket noktası ve amaçları arasında çok büyük farklar vardır. Her iki milliyetçilik aynı kaynaklardan, aynı duygulardan ve düşüncelerden beslenmiyor. Amaçları aynı değil, çok farklı. Kürtlerde en büyük maddi güç bu duyguların ve düşüncelerin oluşturduğu milli hareket olacaktır. İleride bu sürecin büyük bir maddi güç oluşturacağı açıktır. Kürtlerde, Kürdistan’da, Kürt burjuvazisi denilebilecek bir sınıf oluşmamıştır. Daha doğrusu, Kürtlerde bir burjuva sınıfının oluşmasını engellemek, devletin ısrarla üzerinde durduğu temel politikalardan biridir. Kendi toprağına yatırım yapmaya çalışan Kürt iş adamlarına çok yoğun engellemeler yapılmaktadır. Türkiye’nin batı yörelerinde iş yapan Kürt iş adamları vardır, fakat bunlara Kürt burjuvazisi demek yanlıştır. Bunlar, Türk burjuvazisinin bir parçasıdır. Bunlar içinde, Kürt milli duygularına sahip olanlar da şüphesiz vardır, kendisinin Kürdi bir çevreye ait olduğunu hissedenler de vardır. Ama bunlar, ticari ve sınai ilişkileriyle, para-banka-kredi ilişkileriyle, Başbakanlık, İmar ve İskan Bakanlığı, Kara Yolları Genel Müdürlüğü gibi kurumlarla geliştirdikleri ilişkilerle, yaşam biçimleriyle, tatil tercihleriyle Türk burjuvazisinin bir parçasıdır. Kendi toprağında yatırım, üretim, dağıtım, denetim yapamayan iş adamları topluluğunu Kürt burjuvazisi olarak adlandırmak yanlıştır. Bu bakımdan bu kesim Kürt milli hareketinde bir güç falan değildir. Bütün bunlardan dolayı, maddi güç, ancak, yukarıda belirtilmeye çalışılan, duygular ve düşünceler tarafından oluşturulacaktır. Ve bu gücü, toplarla, tüfeklerle yıkmak artık mümkün değildir. Bu artık, Kürt toplumunun iç dinamikleriyle gelişen bir süreçtir.    İsmail Beşikçi

Hiç yorum yok: